Onur’un ölümü bize bir şey ifade etmiyor. Ancak onun bir kızının olduğunu bilmek vicdanlarımızı harekete geçiriyor.

Bu ülkenin kaldırım taşlarının altında* kum şantiyesi var, müteahhitlere peşkeş çekilmiş bir dere, yatağı değiştirilmiş bir nehir var. Askerde bir başçavuş vardı. “At yularını koparınca bir kere yere, iki kere kıçına vurur” derdi. Bu söz bana ahlakçılığın deşifresi gibi gelir hep; söylem düzeyinde her şeye muktedir olanların ahlakçılığının deşifresi. Ama dikkatle bakıldığında kopardıkları kazık iki defa bunların kıçına vurur hep; hiç şaşmaz.

Epey zamandır gündemden kopmuştum ama bu yazı çizi meselesinden dolayı arada gündeme gayriihtiyari de olsa bakıyorum. Azeri askerlerin uzuvlarını kesen Ermeni askerler, esir aldığı Ermeni askerleri aynı anda kurşuna dizen Azeri askerler. Ankara’da istek parçayı söylemedi diye kırık bardaklarla yüzü parçalanarak öldürülen bir müzisyen.

İnsana inanmalı mıyız?

Ankara’da istek parçayı söylemedi diye katledilen Onur Şener’le başlayalım. Ölüyü kimliksiz gören biriyim. Yani yaşarken kimliği ne olursa olsun, öldükten sonra herkese inancı doğrultusunda muamele edilmelidir. Ama bakın, sırf bunu savunduğunuz için bile bu ülkede yıllarca hapis yatabilirsiniz. Çünkü insanı savunmak imkansızdır, taraflar vardır ve siz bu tarafların birinin ağzından konuşmaya zorlanırsınız. Medyanın, iktidarın, mahallenin, dinin, ırkın bir tarafı var her zaman. Ama bunlar her koşulda esnetilebilen şeylerdir. Mesela Azeri askerin esir aldığı askerleri kurşuna dizmesi ne uluslararası savaş hukukuna ne de İslam hukukuna uyar. Ama yine de düzenli bir ordu bu şekilde davranır ve bize daha önce yapılmış olan çok daha korkunç başka bir olay gösterilerek bunu mazur görmemiz beklenir; düşmanlar da onların uzuvlarını kesmişlerdir. İnsanın en büyük savaşı düşmanını öldürmek üzerine olanı değildir bana sorarsanız, düşmanına dönüşüp dönüşmeyeceğidir. Ama öç her daim baskın gelmiştir, gelecektir de.

Ölümünüzü nasıl alırdınız?

Onur’a geri dönelim. Onur’un yüzüne, gırtlağına kırık bardaklar saplayarak öldürmüşler. Bakın ben de yazarken nasıl keskin bir imaj ile çıkmaya çalışıyorum karşınıza. Nasıl öldürüldüğünün ne önemi var oysa? Sadece “Onur’u öldürdüler” demek neden yeterli olmuyor bize? Utancımdan açıp böyle haberlere bakamıyorum. Ama önüme küçük kızı ile çektiği ve mahrem sayılacak o kadar çok görüntü düştü ki açıp sayfasına baktım. İnsanları harekete geçiren şeyin ne olduğu üzerine düşündüm sonra. Bir insanın ölmesi artık sıradan bir olay haline gelmiş. Yatılı okullarda duvar diplerinde oynamayalım diye, okulun duvarlarını çepeçevre bir metre yüksekliğinde mozaiklerle sıvarlardı. Yanlışlıkla oraya değen elinizde bıçak etkisi yaratırdı bu mozaikler. Bu önlem alma biçimi toplum vicdanının özeti gibi gelir bana hep; kendini korumak için dışarıya keskin bıçak olmak.

Onur’un ölümü bize bir şey ifade etmiyor. Ancak onun bir kızının olduğunu bilmek vicdanlarımızı harekete geçiriyor. Bu haliyle Türkiye’ye haksızlık etmek istemiyorum. Bütün bir insanlık olarak empati yoksunu sosyopatlara dönüşmüş durumdayız. Mağdur ile değil, fail ile empati yapabiliyoruz. Bu da bizim incinmemizin önüne geçen en önemli savunma mekanizmalarımızdan birisi haline gelmiş. Çünkü eğer mağdurla empati yaparsak bizim kendi kara kutumuz da açılacak ve içinden çıkılmaz bir ip yumağıyla baş başa kalacağız. İşte bundan kaçmak için güçlü olanın yanındayız; hiç çaktırmadan. Peki nasıl oluyor da bu olayda Onur’un tarafındayız? Çünkü bir baba ölüyor ve bir insanın ölümü üzerinden değil, babanın kaybı üzerinden empati yapabiliyoruz. Berbat bir televizyon dizisinde rastladığımızda bizi yakalayan o duygudan farklı değil bu da. İyi de burada sorunlu olan şey ne? İnsanın ölümünün kimliksizliği sevgili okuyucu.

Kırık cam teorisi

Psikolojide kırık cam teorisi diye bir tanım var. Kabaca söyleyecek olursak, bir binanın diyelim bir camı kırık ve duvarlara graffiti filan yapılmış, kimse de bu binayı umursamıyor. Oradaki camlara bir sonraki taşı atacak kişi ciddi bir vicdani ikilem yaşamıyor. Çünkü bunun bir yaptırımı olmadığını biliyor. Burada umursanmayan ikinci kırık cam insanlara “ne yaparsan yap yanına kâr kalacak” mesajı vermektedir. Kısaca “tavizin tavizi doğurduğu” bir toplumsal sözleşmeye vardırıyor bizi.

Yıllarca üç yaşında çocuğu, iki aylık nişanlı, terhisine üç gün kalan asker olmasa hiçbir duygu yaratmayı başaramayan ölümlerle vicdanı kaşarlanmış toplum, yok yere öldürülmüş bir sanatçıya da ancak kızı üzerinden empati yaparak üzülebiliyor. Diyorum ki aynı rezilliğin farklı yüzleriyiz. Bunu kendimize itiraf edebilir miyiz? Hangi binanın hangi camlarına taş atılacağını adımız gibi biliyoruz. Sanki duyarlılığımız öteki ilan ettiğimizden çok farklı çalışıyor gibi yapmamızın alemi yok. Topumuzu yerden alıp öteye fırlatsın ve koşup getirelim diye bir heykelin önünde bekleyen köpekler gibiyiz. İçgüdümüz inkara gelmez oyuncu, ayartılmış, heykel ise az sonra eğilecek kadar gerçek. İçimizde köpek dişlerimizi bileyen bir etçil kımıl kımıl bir sonraki avımıza asitleniyor.

*sous les pavés, la plage!

Fransa’da 68 Kuşağı'nın kullandığı bir slogan: “Kaldırım taşlarının altında kumsal var”

**Bu yazıda Arno Gruen’in 'Empatinin Yitimi' kitabı ve fikirce.com sitesinde yayınlanan “Kırık Cam Teorisi” isimli makaleden yararlanılmıştır.