Yılın ilk yazısını, geçen senelerdeki gibi gazetecilerin, medya uzmanlarının gazetecilik ve medya üzerine öngörülerine ayıralım. Nieman Lab’in derlediği 2023 öngörülerinde dikkat çeken üç eksen var. İlki yapay zekanın gazeteciliğe etkisi, ikincisi yerel medyanın önem kazanması, üçüncüsü de çok genel anlamda gazeteciliğin karşı karşıya kaldığı ekonomik ve etik krizler.

Bunların üçü de birbirine geçen alanlar elbette, yapay zekanın yarattığı etik sorunlar ya da yerel medyanın ayakta kalma mücadelesi, uluslararası kuruluşlarının domine ettiği alanda, Elon Musk’ın Twitter’ı satın alması sonrası yaşananlar gibi, süregiden tartışmaları içeren onlarca alt başlıktan söz edilebilir. “İnsanlar medyaya neden güvenmiyor?”, “Okuyucuyu topluluğa nasıl dönüştürürüz?”, “Her şey berbat, iyi şanslar” soruları, başlıkları geçen seneden farklı olarak bu yıl kimsenin pek umutlu olmadığını gösteriyor. Geçen yıl “Gazetecilik neden önemli” adlı kitabı Gülseren Adaklı tarafından çevrilen, burada epey tartışılan Michael Schudson örneğin “2023 için tek öngörüm, kimsenin (benim bile) öngörüsünün doğru çıkmayacağı” tespitiyle başlıyor yazısına, spor, siyaset, medya… her şeyin birbiriyle alakalı ve son derece istikrarsız seyrettiği bir ortamda gazetecilik yapmanın giderek zorlaştığını söylüyor.

New York Üniversitesi öğretim üyesi j. Siguru Wahutu, Danimarkalı bir meslektaşıyla hemfikir oldukları bir tespitle başlıyor: Nasıl oluyor da ABD’deki gazetecilik krizi tüm dünyanın kriziymiş gibi tartışılıyor, iki akademisyen buna şapka çıkararak eğlenmişler, ancak Wahutu üzerine düşündüğünde bunun emperyalist aklın bir kurnazlığı olduğuna karar vermiş. Bu da bana tartışmayı buradan sürdürmek için iyi bir fırsat gibi göründü.

Gazetecilik üzerinde konuşurken genellikle bunun bize özgü örnekler olmadığı kısmında ya da çözüm arayışında sınır ötesine geçiyoruz. Gazeteciler tehdit altında, basın özgürlüğü krizde bunun ilk sorumlusu Erdoğan’dan Putin’e, Vucic’ten Bolsonaro’ya uzanan otoriter liderler ve onların çevresindekiler. Geçen yıl bize konunun bunlardan ibaret olmadığını gösterdi. Yunanistan’da gazetecilerin ve siyasetçilerin izlenme ve dinlenme skandalı henüz atlatılmış değil, Fransa’da medyanın neredeyse tamamı dokuz milyarderin elinde, Macron’un “yalan haber ve propagandaya karşı yeteri kadar güçlü değiliz” sözlerinin altında sosyal medyayı kontrol çabası yatıyor, yanı sıra Rusya devletinin yayın organları Russia Today, Sputnik Avrupa’nın tümünde engelli. Bu çağda propaganda savaşına yasağı dahil etmek Avrupa’nın ya da daha genişletelim liberalizmin değerleriyle örtüşüyor demek. Hani insan aklı düşünce pazarında iyiyle kötüyü ayırt edebilecek kapasiteye sahipti? Üstelik bu demokrat görünümlü liderler, kamu yayıncılığının bağımsızlığını ortadan kaldıracak bütçe kısıtlamalarına gitmeyi de hiç ihmal etmiyorlar.

Herbert Schiller 1991’de kültürel emperyalizm tezinin çürüdüğünü ilan edenlere bir cevap makalesi yazmış, ABD’nin ülke olarak gücü azalsa bile emperyalizmin halen yaşadığını anlatmaya girişmişti. Tezinde bugüne dair önemli noktalardan biri emperyalizmin yereldeki işbirlikçisi olan ulusal seçkinlerdi ki bunların ve iktidarların şirket sermayesi rezervlerinden başka tutunacakları bir dal yoktu. Bugün, küresel çapta liderlerin birbirine bu kadar benzer eğilimler göstermesi Schiller’in ne kadar haklı olduğunun kanıtı.  Otoriter yönetim biçimi bugün keşfedilmiş bir olgu değil; ancak bugün birbirinden çok farklı sosyal ve kültürel özelliklere sahip toplumlar benzer yönetimlere maruz kalıyorsa bunun ardındaki, 70’lerin sonlarında başlayan, neo-liberal sistemi sorgulamak gerekiyor.

Birkaç hafta önce katıldığım bir toplantıda Sırbistan’dan bir gazeteci Vucic’in gücünün arkasında, ülkedeki aşırı sağcı kitleyi kontrol edebileceğine dair AB’ye verdiği güvencenin yattığını söylemişti. Polonya’da Cumhurbaşkanı Duda, AB’ye karşı ulusal bağımsızlık propagandasını tıpkı bizdeki gibi kamu medyası üzerinden pompalıyor, ülkede özel yayıncılık alanı halen gelişmiş değil, bağımsız gazeteciler de davalarla yıldırılmaya çalışılıyor. Tunus’ta 2011’de elde edilen kazanımlar bir bir elden gidiyor. İnsanlar son seçimde sandığa dahi gitmedi (katılım oranı yüze 11,22’de kaldı). Cumhurbaşkanı, aynı zamanda bir anayasa profesörü olan Kays Said “Düşük katılımlı hilesiz seçim, yüksek katılımlı hileli seçimden daha iyidir” diyerek yoluna devam ediyor. Erdoğan, Belçika merkezli Bekaert Çelik şirketinin iki fabrikasındaki grevi “milli güvenlik” gerekçesiyle 60 gün erteledi. İşçiler direnmeye devam ediyor ama Erdoğan da kitleyi nasıl kontrol edebileceği mesajını küresel sermayeye işte böyle veriyor.

Nieman Lab analistlerinden Parker Molloy, Buzzfeed’den CNN’e, NBC’den Disney’e yüzlerce gazetecinin hali hazırda işsiz kaldığını ve bu küresel devlerin işten çıkarmaya devam edecekleri kara haberini verirken diğer taraftan sağcı popülist medyanın nasıl yükseldiğine dikkat çekiyor. Mali olarak zarar etse dahi, siyasi ve uluslararası fon desteğiyle ayakta kalan bu medyanın spot ışıklarını kendi seçtikleri “tartışmalı” konulara çekerek popülist sağ siyasete destek çıktıklarından söz ediyor. Bunu da “sözde kültür savaşı” ile tanımlıyor. Burası bizim için de bir bam teli.

Yeni e dergisi Aralık 2022 sayısında, Ersin Kalaycıoğlu’nun TÜSİAD için kaleme aldığı “Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset” makalesinin başlattığı tartışmadan yola çıkarak “Kulturkampf: Sahte Savaş” başlıklı bir dosya hazırlamış. Dosya yazarlarından Sinan Birdal, bu tartışmanın ideolojik kökenlerine geçmeden önce şöyle bir tespitte bulunuyor: “AKP’nin kutuplaştırmasını, kültür kavgasını eleştirirken sanki bu olguyu ilk defa yaşıyormuşuz gibi bir algı oluşuyor.” Nixon yönetimine paralel Türkiye’de Milliyetçi Cephelerin yüzeye çıkması, bugünün siyasetçilerinin o dönem Milli Türk Talebe Birliği’nin neferlerinden olmasının hesaba katılmaması Birdal’a göre “kardeş kavgasını bitirdiği için 12 Eylül’e razı olmak”la eş değer. Çözüm için bize sunulan, Birdal’ın da eleştirdiği şekliyle “bir arada yaşam kültürünü yeniden oluşturmak” daha kısa deyimle “helalleşmek”. Sorunu doğru tahlil etmemek, çözümün önündeki en büyük engel.

Siyasi ya da medyada kutuplaşma tartışmalarında kanımca en önemli sorun (var olduğunu kabul etsek bile) açıkça görünen kutuplar arası dengesizlik. Bir taraf hapis cezalarıyla, davalarla karşı karşıyayken diğer taraf İmamoğlu’nun Karadeniz gezisine katıldığı için linç edildiğinden yakınıyor. Biz Nagehan Alçı ile helalleşsek, hapisteki 25 Kürt gazeteci serbest kalacak mı? Diyeceksiniz ki, iktidar değişecek bunların hepsi “geçcek”. Ama ben muhalefeti ne Bekaert işçilerinin direnişinde, ne hapisteki gazetecilere destek verirken, ne de TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın ifade özgürlüğü mücadelesinde (bireysel desteklerin ötesinde) görüyorum.

Siyasi kutuplaşma terimine itiraz ettiğimde Polonyalı bir gazeteci “Bizdeki durum sizdeki kadar vahim değil” demişti, öyle mi acaba? Sorunları popülist iktidarların, beslediği medyayla yürüttüğü, sözde kültür savaşı paradigmasından çıkarmadan, toplumların örgütsüzlüğü ve gazeteciliği zayıflatan yapısal sorunları tartışmadan ulusal ya da uluslararası alanda çözmek mümkün mü?