Bir gazeteci için seçimde kazanacak aday tarifi yapmak ne kadar etik? Diyebilirsiniz ki basın özgürlüğünün ayaklar altına alındığı, bazıları neyle suçlandığını bilmeden, en az 40 gazetecinin hapiste olduğu, gazetecilerin sürekli davalarla yıldırılmaya çalışıldığı bir ortamda iktidarın değişimini istemek haklarıdır. Haklısınız, kimse bu koşullarda gazetecilerden tarafsız olmasını beklemiyor zaten, ancak mühim olan demokratik değerlerin hüküm sürdüğü bir ülkeye kavuşmaksa adayların bu konudaki sicilleri ve vaatleri değil midir tartışılması gereken? Neden bazı gazeteciler, kriterlerinin ne olduğunu bile açıklamadan sürekli “kazanacak aday” üzerinden, çoğu spekülatif, iddialar ortaya atıyor? Hatta bazıları takım tutar gibi aday tutuyor, bir diğerinin zaaflarını sıralıyor. İnsanın aklına bazı ihtimaller geliyor elbet; gazeteciliğin ötesine geçmenin siyasi beklentilere alan açtığını defalarca gördük. Belki bazıları da yeni iktidarın medyasında daha güçlü konumlar peşindedir. Olamaz mı, olabilir, ancak bu geçmişte yapılan hataların tekrar edileceği, şikâyet ettiğimiz çarpık düzenden kurtulamayacağımız anlamına gelir.

Gazetecilikle siyaseti birbirinden her zaman ayırmak mümkün değil. Bizde anglosakson gazetecilik hayali kurmak da gerçekçi sayılmaz. Ancak ipin ucunun kaçtığı dönemler var. Biraz geriye gidelim. Tek parti iktidarının baskılarından bunalan solcu gazeteci ve yazarlar Demokrat Parti’yi kuracak ekiple Görüşler dergisini çıkarmaya başlarlar. Sabiha Sertel anılarında “bu adamların demokrat olduklarına memlekete demokratik bir rejim getireceklerine ben de inanmıyordum ama..” diyecek zaten kısa süre sonra ondan destek isteyenler önce dergide, ardından Tan Baskınında kendisini desteksiz bırakacaklardır. Demokrat Parti her şeye rağmen basının desteği ile iktidara gelir. Ancak bahar havası uzun sürmez 1954 seçimlerinden hemen önce basına ağır cezalar getiren 6334 sayılı yasa çıkarılır, sonrası malum basın her geçen yıl yeni yasayla boğulur. 27 Mayıs Darbesini alkışlayan, zamanında desteklediği Menderes Hükümeti’nin Yassıada’da yerden yere vuran gazeteciler de mevcuttur. Kimisi siyasi görevlere de talip olurlar. Milli Birlik Komitesi bir yıl sonra Aziz Nesin ve İhsan Ada’yı tutuklar.

1980 Darbesi’nin destekçilerini daha önce yazmıştım. “Paşa”sına gazete kapatmalarında sırada kimin olduğunu soran Nazlı Ilıcak’ın Tercüman gazetesi sorunun bir yıl sonrasında kapatılmış, kendisi de üç aylığına cezaevine girmişti. İktidarla mesafesini kaybeden, “gereğini yapan” gazetecilerden bugün olduğu gibi geçmişte de yükselenler, yıllarca koltuğunu koruyanlar oldu, ama hiçbiri iyi hatırlanmıyor. Bugünün taşlarını döşeyenler hiç hesap vermeden hala eski güzel günleri övüyor ya da günah keçisi olmaktan şikâyet ediyor. Bunları hatırlamamın bir sebebi de geçen hafta Mehmet Yakup Yılmaz’ın kendisiyle yapılan bir söyleşide sarf ettiği sözler. Yılmaz, 22 yıl önce cezaevlerine düzenlenen 28 tutuklu, iki askerin öldüğü, onlarca tutuklunun yaralandığı, sakat kaldığı “Hayata Dönüş” adı verilen operasyonun ardından “Sahte oruç, kanlı iftar” manşetini atan Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeniydi. Işın Görmüş’ün Youtube kanalında konuşurken bu haberle ilgili şöyle cümleler sarf ediyor:

“Devletin gazına çok geldik. Orada yanıltıldık, yanılmayabilirdik. Zamana karşı yapılan bir iş olduğu için zaman en büyük düşman. Biraz durup düşünmeye fırsatın olsa belki başka türlü bir karar verirsin ama... İşte saat 4,5’ta haber geldi beşte taşra baskısını vermen lazım. O kararı 3-5 dakikada vermelisin ki bir haber atılsın onun yerine o haber girsin. Onun için zamana karşı yapılan her işte hata var... En güvendiğin kaynaklar yanıltabiliyor.”

Yılmaz bugün hükümetin “muhalif” saydığı gazeteciler arasında. Medyada bazılarınca bir duayen kabul ediliyor, düzenli olarak iki mecrada birden yazıyor. Şurası çok ilginç, Yılmaz geçen yıl da bu sefer MLSA’dan Elif Akgül’ün benzer bir sorusuna, yaptığı haberi savunarak cevap vermişti. “Medyanın operasyonlar ile ilgili sorumlu tutulması gereken en son mecra olduğunu, söylenenin aksine o sırada üzerlerinde herhangi bir siyasi baskı olmadığını” söylemişti. Bir yılda fikrini değiştiren, ifadelerini özeleştiriye yaklaştıran ne oldu acaba? Yaklaştıran diyorum çünkü ilk alıntıladığım cümlelerde samimi bir özeleştiri yok. Vakit darlığında hata yapmışız diyerek geçiştirilen bir durum var. Zaten üzerinde fazlaca durmayı tercih etmiyor. Üç-beş dakikada karar verilen o manşet zaman darlığının değil, iktidarla mesafesizliğin, ona yaslanmanın sonucu. Anlık bir hata olsa İstanbul baskısında düzeltilirdi. Hadi olmadı ertesinde özür dilenirdi. Hiçbiri olmadı, medya o gün sorumlu davransaydı o katliam yaşanmayacaktı ve bu sorumsuzluk “Hatasız kul olmaz”la açıklanamayacak denli vahim.

Tecrübeli gazetecilerin anılarında ara ara şöyle cümlelere rastlıyorum “Biz Tayyip Bey’le eskiden dosttuk”, “sık sık görüşürdük”… Sorunu iktidarın değişimine, kendisini yanıltmasına yorunca gazetecilik aklanmıyor.  Bugün de çok alametler belirdiğinden hatırlatmakta fayda var, gazetecilik temas ve mesafe mesleği. Gazeteciler, kazanacak bir adayın niteliklerini tartışmak istiyorsa, kamuya sorumlulukları gereği, toplumun beklentilerine ve adayların bunları nasıl karşılayacağına odaklanmalı. Kendi beklentilerini toplumun çıkarıymış gibi sunmamalı. Kendi beklentilerine odaklanacaklarsa o zaman bir an önce meslekleri ile siyasi ikballeri arasında bir seçim yapıp, bunu kamuyla paylaşmalı.

“Kazanacak aday” balonu sokağa çıkamayan, sesini duyuramayan, ‘bu son şansımız’ diye düşünen seçmeni tetikliyor, depolitikleştiriyor: “Ben de daha demokrat bir aday olsun isterim ama halkımız maalesef…”le; “diş fırçası olsa ona oy vereceğiz” arasındaki çelişki her iki tarafından halkı küçümsemeye çıkıyor. Sadece gazeteciler değil, bu propagandaya (programlarına davet ettikleri spin doctor’a dönüşen siyaset bilimciler, araştırma şirketi yöneticileri yoluyla) alan açan medya yöneticileri de iştirak ediyor. Bugüne dek halkı küçümseyen bir propaganda modelinin kazanmışlığı yok Goebbels’in yöntemleri dahil.

Evrensel/25 Aralık 2022