SAK’ın gözleri toprağa benziyordu. Karaydı. Sak’ın gözleri –yani Munzur’un gözeleri- buğday tarlası gibi baharın yeşerir, havinde sararırdı

Adım RAVİ!

Bir sabah çiğ tanelerinin toprağa düştüğü gibi geldin, buğday gözlerin, pamuk tarlası ellerinle… Dokundun uyandım, bir melek nasıl uyandırırsa derin uykusundan düşle gerçek arasında.

Sonra bir kuş gördüm – serçe en yakışanıdır- kuş bildiğimiz kuş; titrek, üşengen, çekingen… Ellerime alıp ısıttım. “sokul” dedim “ayalarıma”, sokuldu mahcup…

Yalnızca adlarımızı biliyorduk, adlarımızı biliyorduk yalnızca… Kim bir şey söylemek istiyorsa kesik, yetersiz, öteki sözünü kesiyor ve sevginin büyüsünün bozulacağından korkuyordu. Anlatma isteğini yaratan korku, yine anlatma hissini ortadan kaldırıyordu;

Ne olursa olsun bu nehirler birleşecek! Bu kan ve gözyaşı girdabında nehir boylarında turaçlar yükselecek!

Heykel: Azime ve Azize Önlü

Dedimki, Adım Ravi!

Gecenin ve karanlığın ortasında

Karanlığın hâkim olduğu

Rüzgâr esintilerinin

Yaprak hışırtılarının

Munzur senfonisine katıldığı bir gecede…

Bir gömüt gibi sarmışken bizi hüzün

Kapanmış ve karışmışken kendimize

Ve buruşuk bir sayfa gibi yuvarlanıp durmuşsa kapımızda zaman

Ey zaman!

Bak bu kentte herkes sorunlu ve herkes sorumlu, ne hoş!

Haydi!

Sen ver ellerini bana!

Ben de bir hikâye anlatayım sana!

Dedimki; Adım Ravi!

Nişaburluyum.

Ne zaman doğduğum bilinmiyor. Anneme göre dünya fahişeler gününde doğmuşum. Ağabeyim doktordu, o da öyle söylerdi. Ervent kıyısında büyüdüm. Kızıl atları ve kendi tüyünden huy kapıp dağları tepeleri fır dönen tayları severdim. Ölmeden öldürmeden, “Ey kısmet dağıtıcı, tüm acılarını bana gönder” diyen benim. Kimseye hor bakmadım, kimseyi üzmedim, kimsenin malına-canına zarar vermedim. 

Dedimki; Adım Ravi!

Kızılkök köyünde otururum. Derin mahzenlerin ve şarap kuyularının olduğu köy. Zümrüt yeşili ormanların coğrafyayı bir sevgili gibi sardığı, nehirlerin gümüş bir kemer gibi dağların beline dolandığı o köy, benim köyüm. Yüksek dağların ve derin vadilerin şehri. İnsanları gibi asi ve duygulu şehir.  Orada benim bir nenem vardı, adı SAK’tı. İşte sen ona benziyorsun o sana benziyordu…

SAK’ın gözleri toprağa benziyordu. Karaydı. Sak’ın gözleri –yani Munzur’un gözeleri- buğday tarlası gibi baharın yeşerir, havinde sararırdı, Sak’ın gözleri sonbahar gibiydi; bir yaprak düşse rengârenk olurdu. Sak’ın gözleri kış gibiydi; her ayrılık vaktinde kar beyaz bir duygusallık çökerdi üzerine… Sak’ın gözleri; Annem onun bir gözünün ay, bir diğerinin de güneş gibi yandığını söylerdi…