Yüzümüze bulaşan yazın mevsiminin izleriyle sonbahara merhaba. Bir mevsimin sevincini boynumuzda taşıyarak, başka bir mevsime girmek üzereyiz. Güz mevsimi öncesiz bir ayrılık vakti gibidir. Rüzgarlar taşıyıverir yaralı duygularımızı yapraksız ağaç mevsimine. Ve biz, eskiyen yanlarımızı zamana bırakırken, ömrümüz bir sevgili gibi kırılıveriyor mevsimlerin vefasızlığında.

 

                Zaman bir kırbaç gibi yüzümüzde şakırdayarak geçiyor. Bizse ömrümüzün sararmış yaprakları yere düşerken, zamanın şehvetle sömürdüğü bedenimizi izinsiz dokunuşlarda tüketiyoruz. İçimize doldurduğumuz sevinçlerimizi ağaçların gazel döküşüne saklayarak çıkıyoruz mevsimin yolculuğuna.

 

                Yaşam çirkinle güzel arasında oynanan oyundur. Nedense bu oyunda yüzümüzü aynalarda unutup yüzümüzün güzel yanını aydınlığa tutup, öbür yanımızı görmezden geliyoruz. Oysa yüzümüzün iki yanı var, ikisi de bize ait. Her gün biraz daha kendimizden uzaklaştığımızda, aynalara çarptığımız yüzümüzü anlamak için yorumsuz kimliklere bürünmek zorunda kalmak kaçınılmaz oluyor.

 

                Gözlerimiz bir gün ışığı gibi saplanıyor geleceğin derinliklerine. Bazen gelecek adına tutuşan yüreğimiz mevsimlere sığmazken, bazen içimize saplanan hüznü düşünüp, yitip giden güzelliklerin peşinde tükeniyoruz. Her gün yeniden doğmak gerek. Çünkü her gün mavi gökyüzünün altında yeni şeyler bizi uyarıyor. Göremiyoruz doğanın kabaran öfkesini ve etrafımızda solan ve usanan çiçeklerin çığlığını. Ve mevsimlerin kuytuluklarında gizlenerek örtüyoruz benliklerimizi.

 

                Hepimiz sessiz bir çığlığa katlanarak ömrümüzün derinliklerine kayıyoruz. Ve zaman su gibi avuçlarımızın arasında kayıp gidiyor. Bizse yüreğimizin en derin yerinde sakladığımız, hasretlerimizi, özlemlerimizi büyüterek yarını bekleriz. Yaşama sürekli ve sıkıca tutmak için. Oysa hayat engelli bir koşu gibidir. Onarılışı mümkün olmayan bir dökülüşü vardır. Yıllarla aşınıyor hep bir yanımız. Ve adına yaşam dediğimiz “usta” bir heykeltıraş gibi hep yontuyor bir yanımızı. Ve o vazgeçemediğimiz, içimizde sakladığımız düşlerimizi ümide dönüştürmenin yollarını arıyoruz. Geleceği sahiplenerek ardında sürüklendiğimiz düşlerden ve yalnızlıklardan kurtularak umuda uyanmak adına.

 

                Bakışlarımız içimize hapsettiğimiz geleceğin tutsağıdır. Yüreklerimizde mevsimlere uçurduğumuz umutların yurdudur. Hayata her gün olgunlaşan bir meyvenin tadıyla bakacağız. Ve denizini bulamamış bir ırmağın çılgınlığıyla, güzellikleri kucaklayarak geleceğe akmak, bir anlamda zamana tutunan ellerimiz olacaktır.    

 

                Hepimizin yüreğinin bir köşesinde büyüttüğümüz bir gülümüz vardır ya! İşte o hayata katılmanın tutkusudur, içimizde kabaran yaşamın dalgalarıdır. Karşımızdakinin gözlerindeki mutluluğu ve güzellikleri yakalama anıdır. Ancak binlerce hayalin peşinde koşarken aldanıyor ve kırılıyoruz. Yalnızlaşıyor ve bütün zamana yayıyoruz bu yalnızlıklarımızı.

 

                Aslında hepimiz hasretiz, gecikmiş sevgilere. Zaten nice umutlarımız gün batımında aktı zamana. Mevsimlere serdiğimiz düşlerimiz çalınmadı mı? Zamanın belirsizliğine akarken gölgemiz, nice mevsim rüzgarları üşüttü bedenimizi. Sözcükler acizleşiyor kendimizi anlatırken. Ve artık mevsimlik yağmurlar hüzün düşürüyor yüreğimize. Bakışlarımız anlamsızlaşıyor dinmeyen acılarla bu mevsimde.

 

                Sonbaharın mayası tutarken, aldı başını gitti göçmen kuşlar. Bizler de herhangi bir kentin eksilerinde yüzleşerek tüketiyoruz rengimizi. Gözlerimizin sıcaklığı değişen mevsimlerin beklentilerinde. Yine rehin bırakarak isteklerimizi başkalarına, sıradanlığı yaşayacağız. Ve her gün göçerken bir yanımız bizden uzaklara...

 

                                                                                             Hüseyin KAYA