Yaşamın acısını derinlerde eriterek geleceğe yürüyoruz. Üstümüze yığılan bütün sorunlarla, çizilen kaderimize, mızrabın tele dokunması gibi dokunarak yüreğimizi susturmaya çalışıyoruz. Yaşamamıza sığdıramadığımız, yaşayamadığımız yanlarımızı üzülerek tarihin derinliklerine yolcu ediyoruz. Bazen zamana ve yaşadıklarımıza boyun eğerken, bazen de dikleniyoruz olanlara. Öfkelendiğimizde de güneş gözlerimizdeki kızıllık olur adeta. Acılarımızın zaman aşımına uğraması gibi, günlerimiz zamana dökülüyor.

 

             Aslında hangi dilde acılarımızı anlatacağımızın şaşkınlığını yaşıyoruz. İçimizdeki aydınlığı dışarıya taşıramanın ve kucaklar dolusu umudu hoyratca savurmanın emanetidir bizdeki bu acılar. Kimiz biz? Kendi umutlarımızın celladı mı, yoksa anılarımızın küllerine karışıp hal mi değiştiriyoruz? Veya susarak mı öldürüyoruz içimizdeki sevgiyi. Oysa zulmün üstünü koyu renklerle boyayarak kapatmak, bizim gözlerimizde zulmü okşamakken, buruşturulup bir kenara atılacak kadar da değersiz değildir acılarımız. Tarih umudu ve sevgiyi savaşarak öldüren cellatlarla doludur. Ancak, ötekinin acısı, sevgisi, hasreti varsın zaman aşımına uğrasın, mantığı küf bağlamış beyinlerin bozuk itirafları değil midir? Oysa biz bu vatanı, bu toprakları yarin koynu kadar sıcak bilmişken, neden hep yenilgiye çıkar sevdalarımız. Neden yaşamdan yorulurcasına yorgun düştük. Neden lince uğratılıyor sol yanımız. Bütün bunlara rağmen yine de gül atacağız aşka ve sevgiye, ihanetin ısrarına rağmen.

 

            Tarihin aydınlığını yırtarcasına kararıyor süreç. Gözlerimiz sadece geçmiş zamanları toplamıyor, geleceği de tutuşturuyor sıcacık yüreğimizde. Çocuklar ölüyor gizlenmiş hırsların dışavurumunda. Ve savaşı bir bahar edasıyla karşılıyor, insanlığı köşeye sıkıştıranlar. Iraktaki yangının üstüne alevleriyle gelenler, Mısır ve Libya’dan sonra şimdi Suriyelileri ateşinde boğacak. Çocuklar ölecek, suçları bir pınar suyu kadar berrak olmak. Belki de göremediğimiz saflığının ve masumluğunun üstüne bir rüya gibi toprağa düşecek. Şimdiden kaç sevdanın top sesine karıştığını bilen var mı? Kaç dudağın baharı öpmeden toprağı öptüğünü biliyor mu savaş tutkunları. Ve hala insanları çok sevdiğini söylüyorlar, insanlığa pusu kuranlar. Oysa biz çelimsiz çıkışlarımızla bütün acıları içerek ve çaresizliğin boğazımızda kenetlenmiş ellerini çözmeye çalışarak yaşamı anlamaya çalışıyoruz. Ve sonrasında bu coğrafyada top ve füze sesleri arasında boğulan insan seslerini toplayacak avuçlarımız.

 

            Sanki gözlerimiz kanayan bir mevsim gibi, hep ayrılık bakar. Anılarımızı toplarız unuttuğumuz zulalarda. Kurduğumuz cümleler yaralı duygularımızı anlatır ve bilincimiz zamanın tansiyonunu ölçmeye ayarlı halde. Bir güvercin ürkekliğinde yorulur bakışlarımız. Yarınlarımıza mutlu bakmak artık bir yıldız gibi kayıp uzaklaşmıştır. Bağrı yanık bir coğrafyanın insanı olmak, çalı kuşu telaşında yaşamakmış meğer.

 

            Nedense bilinç ile cehaletin, karanlıkla aydınlığın, sevgi ile nefretin ayrımına varamadan, idealleri bozulan bir toplum haline geldik. Sanki birileri bizi çevremizde gelişen olayları görmemek için zorluyor. Birileri doğruluk adına yalan söylüyorken, biz daha çok özleyeceğiz, umutla bakmak isrediğimiz sabahları. Resmen yabancılaşmanın, kendimizden uzaklaşmanın doruklarındayız. Ve birilerinin bize resmen bir cehennem yarattıkları ve bu cehennemi tercih etmemiz gerektiğini yaşayarak öğreniyoruz.

 

            Şimdi uçurum kenarlarında asılı duran sevinçlerimizi alarak, bir annenin dünyaları örercesine kızının saçlarını okşaması gibi, yeni dünyalar örmeliyiz. Kuşların meşe ağaçlarına sevdalandığı gibi, yaşama sevdalanmalıyız. Bütün olumsuzluklara karşın, kopmuş bütün yanlarımızı toplayarak hayata iliştirmeliyiz diyorum.

 

                                 Hüseyin KAYA