Canavarların, yabanda, ormanda, dağda, bayırda, denizlerde yaşadığı söylenir. Bilinirdi.

   Günümüz dünyasında,  canavarlar artık, oralarda, dağda, bayırda, denizde yaşamıyorlar. Şehirlerde, şehirlere yakın yerlerde, karayollarında, yaşıyorlar. Bu alanlarda, İnsanların yoğun olarak yaşadıkları, bulundukları alanlar olduğundan. Bu canavarlar, yaşam için en büyük tehdit olmuşlar.

   Şehirde, köyde, kasabada, yaşamın her alanında, hemen herkesin korktuğu canavarın adı TRAFİK CANAVARIYMIŞ. Saldırdığında çok acımasızmış. Affetmezmiş. Kimsenin gözünün yaşına bakmazmış.

   Çok cana kıymış. Kıymaya devam etmektedir. Her akşam televizyon kanalları bu canavarların kıydıkları insanların, haberleriyle doludur.

   Bu acımasız canavarlar, yalnızca bizim ülkemizde, 4 yılda, 744 bin 701 insana saldırmışlar. 11 bin 809 kişinin canına kıymışlar. Katletmişler. Bir o kadarını da hatta daha fazlasını da yaralamışlar. Canavarlar bu saldırılarının 609 bin 473’ünü şehirlerde yapmışlar.134 bin 642’sini de şehirlerarası karayollarında yapmışlar. Her geçen günde saldırılarını artırarak devam etmektedirler.

   Bu canavarlar, en çok aşırı hızla giden arabalara, kırmızı ışıkta durmayıp geçenlere, direksiyon başında telefonla konuşanlara, emniyet kemerini takmayanlara, saldırıyorlarmış.

   Bu acımasız canavarlar, uygar ülkelerde, deyim yerindeyse istedikleri gibi atını oynatamazlarmış. O ülkelerin trafik görevlileri, bunların saldırılarına izin vermezlermiş. Canavarların yaptıklarına göz yummazlarmış. Derhâl cezalandırırlarmış.

   Uygar Ülkelerde, toplum olarak herkes, her birey, trafik kurallarını ezbere bilir. Yaşamın bir gerekliliği, parçası sayar. Titizlikle o kurallara uyar. Arabaya adımını attığında, emniyet kemerini takar. Yıllar önceydi. Trafik canavarları şehrimizde yaşamı tehdit edecek boyutlarda olmadığı yıllardı. Fransa’dan izine gelen yakın bir arkadaşımın arabasına binmiştim. Oturur oturmaz, “emniyet kemerini tak” dedi. Kendisinin ilk işi emniyet kemerini takması olmuştu. “Burada araba yok ki takmasak da olur” dedim. Ciddi bir tavırla, “Hayır, takmadan arabayı hareket ettirmem” dedi.  O gün bu gündür arabaya bindiğimde o anıyı hatırlar. Emniyet kemerini takarım.

    Almanya’dan Fransa’ya geçiyorduk. Sınırı geçtikten sonra, arabayı kullanan arkadaş cep telefonu ile konuşmak istedi. Arkadaşlar müdahale ettiler. Konuşma .’Dediler. Arabayı kullanan arkadaş, ’Fransızlar o kadar dikkat etmezler. Dedi. Konuştu. Gittik. Sonra öğrendik ki, bizim arkadaşı telefonla konuşurken gören bir başka sürücü, plakayı polise bildirmiş. Arkadaşa ceza gelmiş.

   Bizde, bizim gibi ülkelerde, emniyet kemerini takmayı, sürücü kendine işkence, yük sayar. Direksiyon başında telefon kulağından düşmez. O da yetmez. Sigarası da ağzından düşmez. Pencereyi açar, kollarını dışarıya sarkıtarak, cahilce hava atar. Müziği sonuna kadar açar, herkes duysun rahatsız olsun diye pencereleri de açar. İçtiği boş pet şişelerini, artıklarını, pencereden caddeye fırlatır.

   Şehir içinde, şehirdeki yoğunluğu, yayaları, dikkate almadan aşırı hız yapar. Durması yasaklanmış yerlerde yolun solunda park eder. İçkili, hatta zil zurna araba kullanır. Uygar ülkelerde, uygar insan, araba kullanacağı zaman asla alkol almaz. Hatta koklamaz. Almanya’da içkili bir restoranda misafir edildik. Beklendiği gibi alkol ikram edildi. Bizi, kalacağımız yere götürecek, arabayı kullanacak arkadaş, alkol kullandığı halde, ısrarlara rağmen ağzına vurmadı. Polis yakalar endişesinden değil, ülkenin Kurallarına, kültürüne uyum sağladığı için içmemişti.

  Sabahları şehir içi, ilçelere, gazete dağıtımı yaparken günün mesai saatleri başlangıcında dikkatimi çeker. İş yerlerine, çalıştıkları kurumlara, giden görevlilerin, çalışanların, hemen hepsinin, özel araçları ile iş yerlerine gitmeleri hep dikkatimi Çeker. O saatlerde sokaklarda arabalardan geçilmez. Büyük bir yoğunluk yaşanır.

   Uygar ülkelerin çalışanlarının, hemen herkesin özel araçları olduğu halde, iş yerlerine, toplu taşıma araçları ile veya bisikletle giderler. Almanya’da, fabrikaların çokça olduğu bir şehrinde, bir fabrika yakınında gördüğüm bisiklet parkı beni şaşırtmıştı. Binlerce bisiklet park edilmişti. Benim hayret ettiğimi, şaşkınlığımı gören gurbetçi arkadaşım, “gördüğün bisikletler, bu fabrikada çalışanlarındır. Hemen herkesin özele aracı olmasına rağmen uzakta olanlar toplu taşıma araçları ile yakın yerlerde oturanlar bisikletleri ile gelip giderler. Çalışan araçların havaya zehirli egzoz gazı yaydığını, havayı, yaşamı, kirlettiğini bilirler. Onun için bu sorumluluğu taşırlar. Yaşamı kirletmemeye özen gösterirler” dedi. “Bir de bizimkileri sor” dedim.  “İki adımlık yere özel araçları ile giderler. Yaşam kirlenmiş. Sokaklar geçilmez olmuş. Umurlarında değil.” Gurbetçi, “Haklısın. İzine geldiğimizde araçlarımızı park edecek yer bulamıyoruz” dedi.

    Bir başka okurum, şehir merkezinde, Ziraat Bankası kavşağının, şehrin en yoğun kavşağı olduğunu, kavşakta her an bir trafik kazası yaşanabileceğini, bunu önlemek içinde oraya trafik ışıklarının konması gerektiğini önerdi.

   Bir başka okurum, Atatürk Mahallesinde Milli Eğitim Müdürlüğünün, Munzur İlköğretim Okulunun bulunduğu alanda yoğun bir yaya trafiğinin yaşandığını, okulda öğretim gören öğrencilerin, ulaşım için, ihtiyaçları için yolun karşı yakasına geçmek istemeleri trafik kazalarına davetiye çıkarmaktadır. Ana yolun ortasına konulan demir bahriyeleri aşmak istemeleri her an üzücü bir trafik kazasına yol açabilir. Bunu önlemenin yolu da acilen oraya bir üst geçidin yapılmasıdır. İlgililer, öncelikle bu sorunu ele alıp, çözmelidirler.

    Emniyet Müdürlüğünden, trafik yetkililerinden, isteğimiz, trafik canavarının, yapacağı kazaları önlemek için, denetimlerin sıklaştırılmasını, keyfiliklere izin verilmemesini, magandalıklara, göz yumulmamasını, kuralların uygulanmasının sağlanmasıdır. 

   Günümüz dünyasında bu sorun, yaşam için en büyük tehlikedir. Önlenmesi için toplumsal bir iş birliği acilen zorunludur.