Ali Kaya (Tarihçi-Yazar)

Seyit Rıza; Seyit Ahmet Tübi evlatlarındandır. Seyit Ahmet Tübi’den sonra, sırasıyla soyu Seyit Şeyh Hasan, Seyit Hüdaverdi, Seyit Allahverdi, Seyit Hakverdi,  Seyit Abbas, Seyit Kara Süleyman, Seyit Ali Şir, Seyit Mursi (Musa veya Mürteza),Seyit Mustafa, Seyit Süleyman ve Seyit Rıza’nın babası Seyit İbrahim’e kadar dayanmaktadır.

Dersim harekatının lideri Seyit Rıza, 14–15 Kasım gecesi 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda 81 yaşındayken 7 arkadaşı ile birlikte idam edildi. Seyit Rıza Şeyh Hasanlıların Yukarı Abbasanlar aşiretinin ve Dersim’in lideriydi. Ovacık İlçesi Ağdat Köyü’nde doğmuştu (1856).Seyit Rıza; Rus işgali döneminde ise, “Batı Dersim Milis Kuvvetleri Komutanlığını yaptı. Başarılarından dolayı, Erzincan’da “İl İdaresi Üyeliği”ne atanır. Erzincan valilerinden Sabit Bey’in yazdığı bir mektupta Seyit Rıza ile ilgili olarak- “şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti” der. Seyit Rıza, tüm iyi niyetli cabalar karşısında idam sehpasına giderken dahi, O günün devlet yöneticilerinin sözlerini yerine getirmemeleri nedeniyle, tarihi kayıtlara geçen; “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim. Bu da size dert olsun”…Seyit Rıza, bilinen özdeyişini söylemiştir. Yine Abdullah Alpdoğan, Seyit Rıza ile yaptığı görüşmeler sunucunda da, Seyid Rıza’nın Dersim’den çıkması şartıyla, Elazığ ovasında da geniş arazi, çok sayıda dükkân ve bol miktarda para tekliflerde bulunur. Seyit Rıza, bu teklilere karşın; “ben gözlerimi burada açtım, burada ölmek isterim” diyerek teklifleri reddeder.

Seyit Rıza, bu duruşuyla kendi toprağına, toplumuna, diline, inancına, kültürel değerlerine sahip çıktı. H.Z Ali gibi, haksızlık önünde eğilmedi. Ve şerefini koruyarak hakka yürüdü.1937-1938 Harekatında ailesinden 38 kişi öldürülmüş olup, 8 kişi hayatta kalabilmiştir. Seyit Rıza’nın üç oğlu: 1. Şeyhesen, 2. Şix Hesen, Bava ( Baba)’ dır. Seyit Rıza’nın ailesinden 1937-1938’de kurtulanlar İzmir Seferihisar’ın- Bademler Köyü’ne sürgün edilerek 10 yıl zorunlu ikamete tabi tutuldular. Seyit Rıza, Dersim’in lideriydi. Dersim’de belirli bir saygınlığı vardı. 4 Mayıs 1937 harp kararı alınmadan önce, Seyit Rıza, General Alpdoğan’a yeniden başvurur ve şu isteklerde bulunur: Okul, yol ve refah sağlayacak fabrikalar yapılmalı, milli haklar korunmalı, yurt sahibi olmak vb. haklara saygı gösterilmeli, diyor.

Ayrıca Bahtiyar Aşiret Reisi Şahin Ağa da; Dersim Kanunun hazırlanmadan önce Dersim’e yatırım yapılmadığını, halkın fakirlik içinde bulunduğunu, Dersim’in imarı ve ihyasının gerekli olduğunu, bunun için halkın belli bir süre vergiden muaf tutulmasını hükümet yetkililerinden talep eder.

Buna karşın önyargılı devlet yöneticilerinden Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey ( Fevzi Çakmak, Neşet Hakkı Uluğ, Şükrü Kaya v.b.) 2 Şubat 1926 tarihinde içişleri bakanlığına verdiği raporda şöyle demektedir:  “ Dersim, Cumhuriyet hükümeti için çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin ameliyat yapmak ve gelecek tehlikeleri önlemek mutlaka gereklidir. Son derece zeki, kurnaz ve hileci olan bu halk, hükümetin zayıf ve kuvvetli olduğuna göre mütecaviz ve itaatlidir. Okul açmak, yol yapmak, refah sağlayacak fabrikaları kurmak, sanayi işleri sağlamak, yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha alınmak, hayalden başka bir şey değildir.”

 

Yine 1930’lu yıllarda İçişleri Bakanı bir yazısında şöyle diyor: “Sünniler Devlete bağlıdırlar ve onun için çalışırlar (…) Dersim’in çoğunluğunu oluşturan Aleviler kötülüklerin başlıca nedenleridir. Osmanlı devlet yöneticilerinden, Adülhak Hamit (1896),Şakır Paşa (1899), Mardinli Arif Paşa (1903),Ali Paşa (1908-9),Cumhuriyet döneminde ise, Cemal Bardakçı (1926),Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey (1927), Fevzi Çakmak (1930 ) Şükrü Kaya (1931),İbrahim Talih Öngören (19319) Halis Bıyıktay(1932),Hüsref Gerede (1933),İsmet İnönü(1935) Neşet Hakkı Uluğ,(1936) Abidin Özben (1937),Celal Bayar (1937),Abdullah Alpdoğan’nın hazırladığı raporlar askeri çözümden öteye gidilmediği gibi, Dersim insanına karşı önyargılarla yaklaşılmıştır.

Görüldüğü gibi devletin bu görüş ve yaklaşımları, devletle Dersim halkı üzerinde Osmanlılardan beri oynanan oyunlar sonucu askeri önlemler, katliamlar devletin temel görevi olmuştur. Dersim’de okul açmak, hastane açmak, işsizliği önleyici tedbirler almak ve refah artırıcı ekonomik tedbirler almak, kültürel kimlik kazandırmak, diline, tarihine ve milli haklara saygı göstermek yerine her dönemde askeri çözümler önerilmiş ve bunu bilinçli olarak dayatmışlardır. Bu dayatmalar sonucunda, Dersim, canını, malını korumak için tedbirler almak zorunda kalmıştır.1994 yılında da ise Dersim’de 68 köy yakıldı. 40 bin kişi baskılardan dolayı göç etmek zorunda kaldı: 27 kişi ormanlık alanlarda öldürüldü. Meçhul cinayetler işlendi, insan hakları ayaklar altına alındı. Dersim’in doğal yapısından kaynaklanan sorunlar, aşiretlerin yapısı, özellikle mezhepsel baskılar, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal sorunlar geçmişte olduğu gibi, günümüz de dahi devam etmektedir.

Geçmişte uygarca çözümlenmeyen bu sorunlar 21. yüzyılda hala ilkel zihniyetlerle çözüm aranmaya çalışılıyorlar. Hırsla, öfkeyle, akıldışı, yöntemlerle sorunlar hiçbir dönemde çözümlenememiştir. Oysa 1937-1938 harekâtının sebebi olarak hükümet, bölgede vergi toplanmamasını görüyordu.

1931 yılı ve sonrasında toplam vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 65’i yoksul köylülerden sağlanıyor. Vergide olduğu gibi, Der simliler, Çanakkale Savaşında da otuz şehit vermişlerdi. Dersimliler’in askerlik görevini Osmanlı- Rus savaşına 10.500 kişi ile katılmışlardı ve 1931’de Birinci Umum Müfettişliğin verdiği bilgilere göre de hemen, hemen herkes askerlik görevini yerine getirmişti. Yine devletin raporlarında devletin amacı, Dersim’i ıslahat amacıyla Dersimli’yi toprağa bağlamaya çalışmaktır. Ayrıca Türklüğe yakıştırmak, Türkleştirmek aslen Türk olduklarını ikna etme vb. gibi Türk dili Dersim’de temin edilmeli deniliyor. Devamla… Sıdıka Avar gibi inançlı öğretmenlerin atanması düşünülmüştür. Okul ve yollarla birlikte Dersim’e sağlık hizmetleri de götürülmeli idi. Üçüncü yıl yol yapımlarına ara verilmeksizin devam edilmeli, ekonomik gelişime ağırlık verilmelidir, deniliyorsa da ciddi bir gelişme görülmez. Oysa devletin resmi kaynaklarına göre yol, köprü yapımlarındaki tek amaç Dersim’e girip yerleşmekti. Bu çaba Dersim’e girip yerleşmenin büyük bir koşulu olarak görülüyordu. 1936 yılında çıkarılan 2884 sayılı kanunla Dersim adının Tunceli olarak değiştiğini de sürekli dile getiriliyordu.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken nihayet, 4 Mayıs 1937 yılında yapılan Tunceli Tenkil Harekâtına Dair Bakanlar Kurulu kararı alınır. 1937’de harekât kararı uygulanır.  1936 yılında çıkarılan 2884 sayılı kanunla Dersim adının Tunceli olarak değiştiğini de sürekli dile getiriliyordu.  Aylar sonra Seyit Rıza ve arkadaşları yakalanır. Aylarca süren duruşmalar sonucunda 58 tutuklu hakkında karar kendilerine tebliğ edilir. Sanıkların 11’i idama mahkûm edilmiştir. 15 Kasım’ı 16 Kasım 1937’ye bağlayan gece Elazığ Buğday Meydanında Seyit Rıza ( 81 yaşında ), Seyit Rıza’nın oğlu Hüseyin, Seyhanlı Aşiret reisi Husso Şeydi, Yusufan Aşiret reisi Kamber Ağa ( 96 yaşında ) olduğu halde 31 yıla mahkûm edilir. Ülküye oğlu Hasan ve Mirza oğlu Ali de idam edildiler. Seyit Rıza, idam edilirken idam sehpasın dahi “Kerbelanın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir! Haykıran Seyit Rıza, İmam Hüseyin gibi zilletle yaşamadı, izzetiyle hakka yürüdü.

1937 harekâtı sonrasında isyancılar hakkında İsmet İnönü mecliste yaptığı açıklamada, 30 şehit, 51 yaralı, isyancılardan 265 ölü, 20 yaralı, toplam olarak 4991 tüfek ele geçirildiği belirtiliyordu.12 Mayıs 1938’de başlayan askeri harekât, 15 Eylül’e kadar sürer. Yakılan köy sayısının 60 olduğu belirtilir. 5-7 bin kişi batı illerine iskâna tabi tutulur. Eylül 1938 sonunda ise 13 bin160 kişi ölü,14 bin 441 kişinin sürgün edildiği belirtilmektedir. Ancak bu rakamların daha yüksek olduğu da aşikârdır. 13 bin160 kişi ölü gösterilse de aslında 37.680 kişinin öldürüldüğü kabul görmektedir.6 Ağustos1938’de Bakanlar Kurulu kararıyla 1246 haneden 5000 kişinin,32 şehrin 109 kazasına bağlı 922 kişi bir köye bir hane şeklinde dağıtılır. 1965 yılında Dersim’le ilgili infaz cetvelleri ve cephanelik yoğultum tutanakları yakıldı. 1937-1938 yıllarında Dersim’e yapılan uçak(tayyare sortileri)sorti cetvellerde 1980’de yok edildi.

Kimsesiz çocuklar ise besleme olarak köylere dağıtılır. Oysa Kurtuluş Savaşı boyunca, bütün cepheler dâhil muharebe meydanlarında 9.167 kişi ( 662 subay, 8505 er ) şehit olmuştur. Aldıkları yaradan daha sonra ölenlerin sayısı ise 53 subay ve 1665 er denilmektedir Dersim üzerine yapılan tedip (eğitme), tenkil (cezalandırma) ve sürgün harekatları 1942 yılına kadar zorunlu iskân devam etti. Zorunlu iskânlar sonucunda Dersim sorununun Eskişehir, Kırklareli, Manisa, Tekirdağ, Aydın, Çorum, Malkara, Çorlu, Ödemiş, Balıkesir Anadolu’nun batısında arama cumhuriyet tarihi kuralları, insan hakları zemininde ve demokrasi kuralları içinde çözüm aranılmadı.

Tüm bu gelişmeler dikkate alındığında Dersim uzun yıllar Osmanlı imparatorluğu döneminde her bakımdan ihmal edilmişti ve potansiyel bir tehlike olarak görülüyordu. Dersim’de yol yoktu, tekerlekli vasıta yoktu. Okulun, ticaretin ve ziraatın adı var ama kendisi yoktu. Karanlık cehalet korku içinde ilk bir yaşam geçiren Dersim halkı çilekeş bir yaşam sürdürüyordu. Oysa Anadolu’nun her tarafında cumhuriyet döneminden itibaren elektrik, radyo ve otomobilin ne demek olduğu bilinmesine rağmen Dersim halkı habersizdi.

Hükümetleri her defasında, ibret duygusuyla öç alma düşmanlık ayrı gayrı davranışlar yerine Dersim diline, kültürüne, folkloruna saygı göstermedi. Gelenek ve görenekleri doğal karşılamadı. Refah ve bayındırlık, sevgi, dostluk, ekonomik kalkınmayı bölgeye götürmedi. Devlet-hükümetler bugün de yarında askeri çözüm arama yerine, demokrasiye bağlı, insan hakları bazından çözüm aramaları en bilimsel ve akılcı yol olarak görmeleri gerekir. İlkel yöntemlerin çözüm getirmeyeceklerini iyi bilmelidirler.. Bütün olarak değerlendirildiğinde, Dersim’in içinde bulunduğu dram, çektiği acılar, çekmekte olduğu sorunları dile getirmekle bitmemektedir.

Tüm çabalara rağmen sonuçta bir dizi askeri ve siyasi önlemler alınmış, alınan tüm kararlar bir askeri harekete dönüşmüş ve Dersim’de yapılan tüm idari düzenlemeler halkın huzurunu ve güvenini sağlayamamıştır. Halkın bilgisiz, yoksul, cahil olması, feodal aşiret düzeninin sürmesi, yönetimlerin kitlelerin sorunlarına, taleplerine askeri önlemlerle çözüleceğine inanmaları, Dersim sorununu çözmemiştir. Sağlık, eğitim, idari ve ekonomik alanlarda tek bir iyileştirme yapılmamıştır. Dersim sorununun çözümü hakkında yazılan yazılar, öneriler birer odayı dolduracak kadar çok olmasına rağmen içerik olarak hepsi, her defasında kâğıt üzerinde kalmış ve her defasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de düşünülen öneriler, çözümler, tekerrürden öteye gitmemiştir. Hükümetler her defasında ibret duygusuyla hareket ederek öç almak, düşmanlık yar aratılarak ayrı gayrı davranışlar içerisinde bulunulmuşlardır. Dersim halkı ötekileştirilmiş, horlanmış kültürel farklılıklar doğal zenginlik olarak kabul görülmemiş ve aşağılanmıştır.

Devlet yöneticileri ve hükümetler, Dersimliler’in diline, kültürüne, folkloruna, gelenek, görenek ve inançlarına saygı göstermiş olsalardı ve bölgeye refah, bayındırlık, sevgi, dostluk, ekonomik kalkınmayı götürmüş olsalardı, Dersimliler bu denli acı çekmezlerdi. Askeri çözümler yerine daha çağdaş ve bilimsel yaklaşımlar sergileyerek sorunlar çözümlenirdi. Demokrasiye bağlı, insan hakları bazında çözüm aramak en bilimsel ve akılcı yol olsa gerekti.

Ancak günümüzde de aynı çarpık anlayışlar devam etmektedir. Artık günümüz çağdaş insanının sorunlara uygar ve demokratik açılardan bakması gerekir. Bu sorunların tek çözümü de buradan geçmektedir. Barış ve huzur bu şekilde sağlanır. XX. yüzyılda dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Dersim’de de 1937-1938 tarihinde 110 bin nüfus olmasına rağmen on binlerce kişi kıyıma ve sürgünlere maruz kaldı. Dersim’in etnik yapısı siyasal düşünceleri ve inançları (mezhepsel) nedenleriyle öldürüldü, sürüldü. Oysa 20. yüzyılın başından beri insan haklarına değer vermeyen devletler, geçmişte olduğu gibi gelecekte aynı nedenlerle çeşitli devletlerin desteği ile soykırımlarına maruz bırakılmışlardır. İnsanlığın ve insan değerlerinin en büyük düşmanı olan kurumlaşmış ırkçılık kökten dincilik ve yoksulluktur.

Sorunlara uygar ve demokratik açılardan bakılmasında sayısız yararlar vardır. Bu sorunların tek çözümü buradan geçmektedir. Günümüz çağdaş insanının da bu değer yargıları içerisinde düşünmesi gerekir. Barışçıl, uzlaşmacı ve hoşgörülü olmak insan olmanın da gereğidir. Sorunlara çözüm aramanın ön koşuludur. Dersim 38’de insanlık dışı uygulamalar sonucunda ağır katliamlar, kırımlar ve imhalar yaşandı. Dersim zorunlu göçten oluşan etnik temizlik ile nüfus yoğunluğunu kaybetti. Dersim dili, kimliği, kültürel ve siyasi hakları hükümetler tarafından yok sayıldı ve geliştirmeye olanak tanınmadı. Gerçek yurtsever, dürüst insanlar, bu davaya beyniyle, yüreğiyle, düşleriyle, duygularıyla toplumuna karşı vicdani bir sorumluluk duymalıdır. Bunun içindir ki daha duyarlı ve diri olmak zorundayız. Hz. Ali’nin söylediği gibi “En iyi insan, insanlara yar olandır.” Yine Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği gibi “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Yıllardan beri yöremiz bilinçli olarak insansızlaştırmak isteniyor. Oysa toprağından koparılan halk, ölü halktır. Sonuçta direnme gücünü yitirir ve köleleşir. Çünkü toprak ( Yurt ) maddi ve manevi değerlerin toplamıdır. Bu nedenle topraktan kopuş insanlıktan kopuştur, halkın var olan direnme gücünü yitirmesidir. Bir başka deyişle yurttan, topraktan kopuş, yaşam kaynağından kopuştur. Yaşam gerçeğini yitiren insan sonuçta etkisizleştiriliyor. Özgürleşmekten alıkonulup, tüm yaşam kaynaklarından mahrum bırakılıyor demektir.

Yüreğinde insanlık kırıntısı olan, yüreğinde sevgi zerreciği, beyninde tarih, memleket bilinci olan her insan bugünkü Tunceli sorunlarına seyirci kalmamalıdır. Artık inanç ve ekonomik güçlerimizi birleştirmek zorundayız. Nitelikli insan gücü yaratmak zorundayız. İşte bu çirkinlikten, kokuşmuşluktan, kölelikten, yabancılaşmaktan, yozlaşmaktan kurtulmanın yolu kendi toprağına dönmek, toplumunu sahiplenmekten geçer. Toprağına, toplumuna sahip çıkmak; yaşam kaynaklarına, maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmak, kendine sahip çıkmaktır. Kendine sahip çıkmayan insan, duyguları körelmiş, yüreği taşlaşmış, tarih bilinci çoraklaşmış; yaşam sevincini, kimliğini ve insanlığını yitirmiş zavallılardır.

O halde yaşam felsefemiz; toprağımızla buluşma, halkımızla kaynaşma, tarihimize, kültürümüze ve törelerimize sahip çıkmak olmalıdır. Bugün bizi bekleyen iki tehlikeden bahsetmek istiyorum. Toplumumuz için sıraladığım tüm bu sorunların ötesinde en büyük tehlike bir toplumun kendi kültürü ve töresini terk etmesidir. İkincisi de geçici rahatlıklara aldanıp töresini terk etmesidir. İkincisi de geçici rahatlıklara aldanıp ileriyi görmemeyi diğer bir tehlike olarak görüyor ve herkesi bu konuda sağlıklı düşünmeye davet ediyorum( il gider töre kalır ). Servet kazanırsınız, statü kazanırsınız, ama kültür ve törenizin yok oluşu, gerçek yaşamınızın, varlık nedeninizin yok olmasıdır. Yıllardan beri önyargılı yöneticiler, Tunceli insanını potansiyel suçlu olarak gördüler. Tunceli insanı insanca yaşamak için yıllarca mücadele etti. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kendisine düşen görevleri yerine getirdi. Geçmişte Tunceli insanı dize getiremeyen anlayışlar; Tunceli insanının tüm çabalarına rağmen bugün barajlar yoluyla coğrafyasını kökten değiştirmeye yönelmişlerdir. İşte bunun içindir ki sorumluluklarımız ve görevlerimiz artmıştır. Kültürümüze, tarihimize, dilimize ve tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız. Bunlardan kurtulmak kendi ellerimizdedir.

Bilim insanı George Bernard  Show’ın söylediği gibi “Değişimsiz gelişim olamaz, kafalarını değiştiremeyenler hiçbir şeyi değiştiremezler”  İşte biz kafaları değiştiremediğimiz sürece geçmiş cinayetleri- katliamları kolaylıkla unutan bir toplum oluruz demektir. Amerikalı yazar William Faulkner “Geçmiş asla ölmez, hatta geçmemiştir bile…” demişti.

Damarlarımızda sadece kan değil, atalarımızın deneyim ve ümitleri dolaşıyor, onların hala yaşayan anıtları ve gelenekleri sayesinde kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve ne olmak istediğimizi anlayabiliriz. Bugün kültür mirasımızı korumak ve zenginleştirmek gibi zor bir çabaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Halkı ve özgürlüğü sevmek ancak ve ancak toplumsal görevlerini yerine getirmekle mümkün olur. Özgür, saygın bir toplum olmak istiyorsak, tarihimize, itikatimize-inancımıza, dilimize, kültürel değerlerimize, sanatımıza, toprağımıza ve toplumumuza sahip çıkmak zorundayız.

http://www.alikaya.org