Hafta sonuydu. Güneşli bir gündü. RONYA, Babaannesi, Kont’u uzun zamandır Kış mevsimi boyu görmemişlerdi.
   Yakın bir yerdeydi. PAH Köprüsü’nün yanı başındaki restoranda kalıyordu. Kışın restoran kapatılınca, ortada bakıcısız kimsesiz kalmış. Lokantanın kapatıldığından bizim de haberimiz olmamıştı. Haber alıp gittiğimizde, bulamamıştık. Nereye gittiğini hep merak etmiştik.
    Onu hep merak ederken, RONYA’NIN Babası aradı. “PAH Köprüsü’ndeki lokanta yeniden açılmış. Kont ta orada” dedi. Müjdeli bir haber almış kadar sevinmiştim. “Kışı nerede geçirmiş” diye sordum. “Lokanta kapanınca, oraya yakın SİNAN Plaj tesislerinde, avcıların vurduğu bir yaban domuzunun kokusunu alıp oraya gitmiş. Kış boyu domuzun etini yiyerek, kemiklerini kemirerek ayakta kalmış” diye anlattı.
  Hafta sonunu beklemeden, TUNMAR’DAN, kasaplardan, topladığım, et kırıntılarını alarak heyecanla PAH Köprüsü’ne doğru yola düştüm. Cem Evi ötesinde kurulu Jandarma kontrol noktasında, bagaj kontrolünden geçerek, hızla PAH Köprüsü’ne vardım.
   KONT, lokantanın önünde yatıyordu. Başını kaldırdı. Arabaya baktı. Tanıdığı bir arabaydı. Korna çaldım. Kalkıp koşarak geldi. Kapıyı açmamla ön iki ayağı ile boynuma sarılarak kucaklaştı. Sonra da ayaklarıma kapanarak ağladı. Götürdüğüm yiyecekleri görünce de sevinçten havalara uçtu.
    Bütün bir kış, yaban domuzunun kemiklerini kemirerek hayatta kalan KONT, oldukça zayıflamıştı. Önüne koyduğum et kırıntılarını doyasıya yiyince, adeta canlandı. Bakışları değişti. Sevdim. Okşadım. “Korkma, bundan böyle seni sahipsiz bırakmayacağız. Seni görmeye hep geleceğiz” dedim. Yüzüme bakarak dinledi.
   Hafta sonunu heyecanla bekleyen RONYA ve Babaannesini alıp tekrar PAH Köprüsü’ne yollandık.
   KONT, aynı yerde bizi bekliyor gibiydi. Bizi görünce sevinçle havalara sıçradı. Koştu geldi. Babaannenin boynuna sarıldı. Ayaklarına kapanıp ağladı. RONYA başını okşayarak sevdi. Lokantanın sahiplenip bakmaları ile düzelmişti. Kaburgaları artık sayılmıyordu.
  Güneşli bir gündü. KONT, önüne koyduğumuz kırıntıları yerken biz, lokantanın yazlığında oturarak, önümüzde ağırdan nazlı nazlı, yarı bulanık akan Pülümür çayı’nı, çayın içinde yüzen ördekleri seyrettik. Erkek YEŞİLBAŞ, etrafındaki dişilere, korumalık, liderlik yapıyordu. Karşı yamaçta yayılmış koyunlar, zaman, zaman araba gürültüsünden başlarını kaldırıp bize taraf bakıyorlardı. Etrafında kimseler yoktu. Doğa, yeni yeni renklere bürünüyordu. Henüz ağırlıklı yeşil renk doğayı boyamamıştı.
   Lokanta yeni açılmıştı. Ismarladığımız ızgaralar, açık havada daha lezzetliydi. Lokantanın, yazlığı, Baharın ilk günlerinde, güneşli havada oturmaya doyulamayacak kadar güzeldi. Yeni çalıştıranlar, sahipleri, mevsime hazırlık için yeniden düzenlemiş olmalılar ki lokantada her şey eksiksiz, misafirlerini, ziyaretçilerini, bekliyordu.
    Çaylarımızı içip, Kontu, lokanta sahiplerine emanet ederek, veda etmek için arabamıza yollandık. KONT, bizim gideceğimizi bilmiş olacak ki arabanın yanında bekliyordu. “Haydi, biz gidiyoruz. Hoşça kal. Tekrar geleceğiz” dedik. Dönüp yüzümüze bakmadı. Arabanın içinden seslendik. Dönüp bakmadı. Lokantanın önünden uzaklaşıncaya kadar, el salladık. Başını bizden yana çevirip bakmadı. Küstüğünü, üzüldüğünü açıkça belli ediyordu. “Beni niye bırakıp gidiyorsunuz” diye.
   Bu kadar sadakat, sevgi, bağ, görülmeye değerdi.
   Kötü insanlara, “İT” benzetmesi yapanlar,
   HALT ETMİŞLER.
 

  Fikri TAŞ