Özgür Ulaş Kaplan

[email protected]

    

Yavuz Selim’in babası olan II. Beyazıd, 30 yılı aşkın bir süre Osmanlı’da padişahlık yapmıştır. II. Beyazıd döneminde özellikle Balkanlarda bazı Bektaşi katliamları yaşanmışsa da, İdris-i Bitlisi gibi ulemaların kışkırtmalarına rağmen, doğuda etkinliğini artıran Alevi Safevi devleti ile savaştan uzak durmuştur. 

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde Alevi boy ve oymak beylerinin, babalarının, dedelerinin, dervişlerinin önemli rolleri olmuştur. Şeyh Edebali, Abdal Musa, Geyikli Baba vb. birçok Alevi, Bektaşi, Ahi inanç önderi kuruluş sürecinde Osmanlı’ya destek olmuştur. Osmanlı’nın fikir babası Şeyh Edebali kızını Osman Gaziye vermiştir. Bu ilişkiler ile birlikte özellikle Balkanların fethi sırasında Bektaşi olan akıncı birliklerinin ve Bektaşi babalarının bir bölümü bizzat savaşlarda yer almıştır. Sünni İslami anlayış ile Balkanları dönüştüremeyeceğini anlayan Osmanlı, bu bölgeleri daha ılımlı bir anlayışa sahip olan, katı İslami kuralları tasvip etmeyen, Bektaşiler ile başarmıştır. Balkanların fethi döneminde ele geçirilen devşirme Hıristiyan çocuklardan oluşturulan Yeniçeri Ocağı’da Bektaşi dergahına bağlı olarak, uzun yıllar Osmanlı’nın en gözde silahlı gücü olmuştur. Ayrıca Orhan, Osman ve I.Murat döneminde değer verilen ve saygı duyulan Bektaşi fikir babaları, yönetimin farklı kademelerinde görev de almışlardır. Bektaşiler, özellikle II. Beyazıt döneminde Alevi halkla ayrıştırılmaya çalışılmış, kentsel ve kırsal Alevi ayrımcılığı da körüklenmiştir. Ayrıca bu dönemde Anadolu’da yaşayan yoksul halkın ağır vergiler altında ezilmesi de hoşnutsuzlukları iyice su yüzüne çıkarmıştır.   

 Yavuz Selim ise bu sırada Trabzon’da vali olarak görev yapmaktaydı.  Daha sonra babasını tahtan indirmesinde, iç karışıklıkların, özellikle Şahkulu ayaklanması ve bu ayaklanma sırasında sadrazam Ali Paşa’nın öldürülmesiyle babasının bu ayaklanmada yetersiz kalması ve ortaya çıkan kargaşa ortamı bahane olmuştur. Şahkulu, Şeyh Hasan’ın oğludur. Antalya ve civarında Aleviler arasında saygı duyulan dini bir önder haline gelmişti. Babası gibi kendiside, Safevi devletine bağlı hareket ediyordu. Her fırsatta Şah İsmail’e bağlılığını dile getirmiştir. Ancak halkın yoksulluğu ve bazı gelişmeler Şahkulu’yu bağımsız hareket etmeye itti ve destekçileri ile birlikte Şah İsmail’in bilgisi dışında ayaklanma başlattı. Ayaklanma kısa sürede orta Anadolu etkili oldu ve birkaç kez Osmanlı birlikleri yenilgiye uğratıldı. Daha sonra Osmanlı güçlerinin saldırmasıyla geri çekilmeye başladılar. Şak kulu bu çatışmalarda aldığı yaraların etkisi ile hayatını kaybetti. ( Nejat Birdoğan – Alevilik ) Şah Kulu’nun ölümü sonrasında yanında bulunan destekçilerin büyük bölümü Sah İsmail’e sığınmıştır. Reha Çamuroğlu gibi bazı araştırmacılar ise Şah Kulu’nun zamansız ayaklanarak İsmail’i zor duruma soktuğunu, Yavuz Selim’in doğuya yönelmesine sebebiyet verdiği ve Şah Kulu’nun dini etkisinin Şah İsmal’in otoritesine zarar verdiği gerekçesi ile bizzat Şah İsmail tarafından öldürüldüğünü dile getirmektedir. ( Reha Çamuroğlu- İsmail, İslam Ansiklopedisi –Şah İsmail maddesi…) Ayrıca Osmanlının resmi tarihçileri arasında yer alan ve Sünni, koyu bir dinci olan Hoca Sadettin’de Şah İsmail’in, Şah Kulu ayaklanmasını  çıkaranları kazanlarda kaynattığı yönünde bilgiler vermektedir. Ancak Hoca Sadettin’in tarafsızlığı konusunda ciddi tartışmalar bulunmaktadır. Zira Hoca Sadettin, Şah İsmail ile ilgili aktardığı bütün bilgilerinde sürekli İsmail’i aşağılayıcı hakaret içeren tabirler kullanarak düşüncesini açıkça belli etmiştir. Bu görüşlerin yanı sıra, birçok araştırma ve tarihi kaynak ise Şah Kulu’nun ayaklanma sırasında aldığı yaralar nedeniyle öldüğünü belirtmektedir. Ancak ortada bir gerçek var ki,  Şah Kulu ayaklanması ve diğer etmenler ile ortaya çıkan otorite boşluğundan, şehzade Yavuz Selim faydalanmış ve Vali olarak görev yaptığı Trabzon’dan İstanbul’a gelerek babasını tahttan indirmiştir. Aslında Yavuz şehzadeler içerisinde en büyüğü değildir. Trabzon’da 20  yılı aşkın bir süre vali olarak görev yapmıştır. Ancak uzun süren valilik görevi sonrası tahta geçmesi için koşulların oluştuğunu düşünerek babasının kuvvetleri ile Çorlu’da savaşmış ancak bu savaşı kaybetmiştir. (Hammer, Osmanlı Tarihi ) Yenilmesine rağmen destekçileri sayesinde II. Beyazıd tahtı kendisine bırakarak İstanbul’dan ayrılmış ve yolda iken rahatsızlanarak ölmüştür. Ölümü hakkında da bazı tarihçiler zehirlendiğini (Tacü't-Tevarih eseri , Hoca Sadettin  ) ve bizzat Yavuz tarafından öldürüldüğünü söylemektedir.  

 

Tarihin cilvesine bakın ki Yavuz Selim babasını tahtan indirirken Bektaşi Yeniçerilerin ve Alevi Türkmenlerin desteğini de almıştır. Şehzade olarak Trabzon valisi olduğu dönemde Türkmenlerin Osmanlı’dan uzaklaştığını ve Safevi’ye yaklaştığını fark eden Selim, Gürcistan üzerine seferler yaparak Kars ve benzeri illeri Osmanlıya katmış, elde ettiği ganimetleri de Türkmenlere dağıtarak sempatilerini kazanmıştır. Sonradan büyük katliamlar yapacağı Alevi Türkmenlerin ve Bektaşi yeniçerilerin desteği ile de daha sonra tahtın hakimi olmuştur.

 

Yavuz padişah olduktan sonra, Hıristiyan batı yerine Müslüman doğuyu ele geçirmeyi kafasına koymuştu. Özellikle Trabzon’da doğu bölgelerini yakından tanıma fırsatı bulması ve Müslüman aleminin önderi olma yönündeki emelleri Yavuz’u doğuya yöneltti. Doğuda ise en büyük rakibi Safevi devletinin Alevi hükümdarı Şah İsmail bulunmaktaydı. Şah İsmail Hatai takma adıyla dillendirdiği şiirleri ile Alevilerin 7 büyük ozanından ( Seyid Nesimi, Şah Hatayi, Fuzuli, Yemini, Virani, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet ) biri olmayı hak etmiştir. Babasının ölümünden sonra Kızılbaşlar İsmail'in öldürülmek istendiğini öğrenince onu bir süre Erdebil'de daha sonra da Raşt’da ( Deylem şehri ) gizlemişlerdir. Sonra da Lahicana, Gilan hükümdarı Mirza Ali'nin sarayına götürülür. ( Gilan Deylemlerin yaşadığı bölgeye verilen addır.) Gilan'a geldiğinde İsmail yedi yaşındadır. Tarihi kaynaklara göre burada, Hasan Han'ın koruması altında Lala Hüseyin tarafından eğitilir. İsmail, yaklaşık altı yıl burada kalarak, dönemin tanınmış emir ve alimlerinden dini, dünyevi ve askeri eğitim görür. Yani Şah İsmail’in çocukken eğitim aldığı ve kişiliğinin şekillendiği bölge Dersimlilerin atalarının da yaşadığı Gilan - Deylem bölgesidir. Daha sonra Erdebil’e gelen Şah İsmail, kendisine destek olan Alevi kabilelerinden oluşan Kızılbaşların desteği ile Tebriz’de Safevi Devletinin temellerini atmıştır. Böylelikle Alevilik, Anadolu topraklarının bir bölümünü de  kapsayacak şekilde devlet olarak yaşama geçirilmiştir. ( Daha önce de İsmailli olan Fatımi devleti, Hasan Sabbah’ın İsmail devleti, Büveyhoğulları Devleti gibi bazı Alevi ve Şii devletler tarih sahnesinde yer almıştır. Ancak Safevi devletinin Anadolu Alevileri açısından farklı bir yeri vardır. )  

 

 

 

              Bu sırada Osmanlı da ise iktidar ile hakimiyeti altında olan Türkmenler arasındaki çelişkiler iyice artmaya başlamıştı. Türkmenler, Alevi – Bektaşi düşüncesi ve benzeri tasavvufi düşüncelerin hakim olduğu topluluklardan oluşmaktaydı. Ve Şah İsmail’e büyük sempati duymaktaydılar. Çünkü Şah İsmail’in Safevi devleti Osmanlı’ya muhalif olup henüz Şiileşmemiş bir Alevi devletiydi. İsmail oların şahıydı. Şaha ulaşma düşüncesi bu dönemde dilden dile dolaşan en büyük özlemleriydi. Pir Sultan’ın açılın kapılar şaha gidelim dizeleri de bu özlemin yansıtıldığı düşüncelerin ürünüdür. Bu dönemde birçok kez Safevi devletine doğru Alevi göçleri de yaşanmıştır. Horasan’dan Anadolu’ya doğru olan göçler bazen de Anadolu’dan Horasan’a doğru olmuştur. Bu gidiş geliş birkaç kez tekrarlanmıştır.  Şah İsmail ile birlikte Aleviler artık baş ile ayakların birleşme zamanının geldiğini düşünüyordu. Şahın Devletinin sınırları ise bu sırada Anadolu’da Tokat’a kadar uzanmaktaydı. Dersim bölgesi de bu dönemde Nur Ali Halife vasıtasıyla Şah İsmail’e bağlı hareket etmekteydi. Safevi devleti sınırları ve gücü ile tarihteki en büyük Alevi devleti konumuna ulaşmıştı. ( Ancak İsmail’den sonra başa geçen hükümdarlar döneminde özellikle Şah Abbas ile Şii devletine dönüşmüştür.) Bu gelişmeler tabi ki en başta Yavuz Selim’i tedirgin etmekteydi. Bu tedirginliğin yanıra doğuya ve Kızılbaşlara sefer düzenlemesi konusunda bölgede bulunan kışkırtıcı bazı güçlerde Yavuz’u sürekli bölgeye çekmeye çalışıyordu. Bunların başında da Molla İdris-i Bitlisi gelmektedir. Bitlis’te doğan ve babası gibi uzun yıllar Akkoyunlu devletine hizmet eden İdris-i Bitlisi, Akkoyunlular’ın tarihten silinmesine kadar önce Diyarbakır, daha sonrada Tebriz sarayında görev yapmıştır. Akkoyunlular’ı yenerek yok eden Şah İsmail’e düşmanlık beslemekteydi. Bu düşmanlığın nedenleri arasında Şah İsmail’in mezhebinin önemli rolü vardır. İdris-i Bitlisi, Safevi tehlikesi konusunda II. Beyazıt’ı uyarmak için Osmanlı sarayına kadar gitmiştir. Sarayda kendisine, tarih yazıcılığı da dahil bazı görevler verilmiş, ancak kendisine değer veren ve saygı gösteren II. Beyazıt, Safevi devletine sefer düzenlemesi ve doğudaki Kızılbaşların sürgün edilmesi ve yok edilmesi teklifine sıcak bakmamıştır. Daha sonra bu tekliflerini kabul eden kendisi gibi düşünen Yavuz Sultan Selim olmuştur.                    ( Abdüsselam Uygur. "Kanun-i Şehinşâhî" Tercümeleri..)  Yavuz Selim tahta oturur oturmaz hemen Molla İdris-i Bitlisi ile ittifak yaparak; doğuya yönelmiştir.      

 

Yavuz’un uzun süredir planlarını yaptığı düşüncesini hayata geçirme zamanı artık gelmişti. Yavuz Selim, Ehl-i Sünnet’in koruyucusu rolünü üstlenerek İslam aleminin halifesi ve önderi olma amacıyla Safevi devletine sefer yapmaya arkasından Mısır’ı ve kutsal mekanları ele geçirmeyi aklına koymuştu. Ancak bu seferleri başlatmadan önce tehlike olarak gördüğü, kin ve nefret duyguları beslediği, Alevi halkını hizaya getirmesi gerekiyordu. Katliam öncesi, harekatın psikolojik altyapısının hazırlanması amacıyla Alevileri kötülemeye Allahsız, sapkın ilan ettirmeye başladı. Bu amaçla din adamlarına fetvalar yayınlattırılmıştır. Öyle ki, o dönemler “Safevi taraftarı” olarak görülen ve Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın kırmızı bir başlığı başlarına geçirmeleri ile taraftarları arasında birliği sağlamaya yönelik çalışmasıyla ortaya çıkan Kızılbaşlar kavramı, ( Hammer, Joseph, Von. Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt II ) “kafir” ,”sapkın”, “dinsiz” gibi kavramlarla birlikte anılmasında bu fetvaların büyük rolü olmuştur. Kızılbaşlık kavramına yüklenen bütün bu karalamalar, psikolojik harp yöntemleri içerisinde ortaya çıkan, Sünni kesimi savaşa hazırlama amacı doğrultusunda devreye sokulmuştur. Yavuz Sultan Selim'in şeyhülislamı olan Müftü Nurettin El Hamza'nın 1512 tarihli Kızılbaşlarla ilgili fetvasında katliamlara onay verilmiştir. Bu fetvada, Kızılbaşlar kâfir ve dinsiz olarak tanımlanmış, onları öldürmenin vacip ve farz olduğu söylenmiştir. Fetva da şöyle denilmekteydi. Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran'ı küçük gördüler. Allah’ın yasakladığı günahları helal gördüler… Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği ve avladığı hayvanlar murdardır. İslam’ın Sultanının onlara ait kasabalardakileri bütün insanları öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Bu şehirde de ( İstanbul ) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimseler öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edene Allah yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah Kötülük yapar.  Görüldüğü gibi Yavuz’un talimatıyla hazırlanan fetva ile katliama zemin hazırlamak ve Alevilere yönelik kin ve nefret duygularını artırmak için her türlü yönteme başvurulmuştur. Bu amaçla Alevi katliamına önayak olan  izin fetvalardan biride, şeyhülislam İbni Kemal tarafından yazılmıştır. Bu fetvada da “Kızılbaş topluluğu şeri yasalar gereği öldürülmenin helal olacağı ve İslam askerlerinden onları öldürenlerin gazi, bu uğurda ölenlerin ise şehit olacağı” dile getirilmiştir.

 Yavuz, fetvalar ile uygun ortam ve katliama katılacak askerlerini hazırladıktan sonra, Çaldıran savaşından önce yabancı tarihçilerin verdiği ve kimi resmi kayıtlarda geçen rakamlara göre  40.000 Aleviyi öldürmekle işe başladı. Bu rakam katliamda rolü olan İdris-i Bitlisi’nin Farsça yazdığı Selimname eserinde açıkça dile getirilmiştir. Bu eserde İdris-i Bitlisi, Kürtleri, Kızılbaşlar ile savaşa teşvik ettiğini, onların da kılıç zoruna Anadolu'yu Kızılbaşlardan temizlemek için yemin ettiklerini ve bu arada 40 bin Kızılbaşın öldürüldüğünü yazmıştır. ( Yavuz Selim’in Alevi katliamı yapmadığını ileri sürerek her zamanki gibi inkarcılığa başvuran bazı tarihçilere, Yavuz yanlısı katliamcı İdris-i Bitlisinin bu eseri en güzel cevabı vermektedir.) Burada İdris-i Bitlisinin bir görevinin de resmi tarih yazıcılığı olduğu unutulmamalıdır. Bu bakımından rakamlar bir anlamda resmi rakamlardır. Ancak fiili duruma göre çok daha fazla ( 100 bine yakın ) Alevinin öldürüldüğü de tarihçiler tarafından anlatılmaktadır. Alevi katliamları 1514 yılındaki Çaldıran savaşı öncesi ve sonrasında gerçekleştirilmiştir. (Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve Alevilik…Şehabeddin Tekindağ. Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi  ) Yavuz Selim katliam öncesi büyük bir hazırlık süreci yürütmüş, Alevi köylerini tek tek tespit ettirip isimlerini ve ailelerini belirlemiştir. Bu amaçla hazırlanan katliam listeleri kara bir leke olarak Osmanlı tarihinde yerini almıştır. Tarihi kaynaklara ve acıları günümüze ulaşan halk deyişlerine göre çocuk yaşlı, kadın ayrımı yapmaksızın ele geçirilen herkes hunharca katledilmiştir. Bu süre zarfında bir çok Alevi köyü kan deryasına dönmüştür. Katliamdan kurtulanlar ise yüksek dağlara sığınarak hayatta kalmaya çalışmıştır. Dersim’in yüksek dağları da bu dönemde katliamdan kaçan Alevilere barınak olmuştur. Zaten Aleviler tarih boyunca maruz kaldıkları baskınlar nedeniyle hep dağlara yakın yerlerde yaşamışlardır. Ayrıca Yavuz’un katliamları devam ederken bir taraftan da asimilasyon çalışmaları yürütülmekteydi. Kızılbaşlığı terk edenlerin hayatlarının bağışlanacağı söyleniyordu. Katliam sürecinde bir çok Alevi hayatta kalmak için dönerek Sünniliği kabul etmiştir. Özellikle doğuda bulunan Zaza kabilelerinin toplu halde bu dönemde Sünnileştiğine ilişkin tespitler de bulunmaktadır. Bu Sünnileştirme ve devşirme hareketlerinde yine İdris-i Bitlisi aktif rol oynamıştır. Ayrıca Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Anadolu’nun Doğu ve Güney Doğusundaki Aleviler sürülerek yada katledilerek hakim oldukları idari beylikler ve toprakları Şafi aşiret ağalarına verilmiştir. Yavuz Selim’in imzaladığı boş fermanlar, İdris-i Bitlisi tarafından doldurarak, kendinin belirlediği ağalara dağıtılmıştır. (İdris-i Bitlisinin Osmanlı ile yaptığı işbirliği üzerine Prof. Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, kitabında da bu tespitler anlatılmaktadır.)

 

Katliamlar ile cephe gerisi temizlendikten sonra artık sıra Şah İsmail ile savaşa gelmişti. Şah İsmail ile Yavuz’un ordusu 1514 yılında Çaldıran Ovasında karşı karşıya gelmiştir. Savaşta bölgede bulunan Aleviler Şah İsmail’i, Sünni Şafiler ise Yavuz’u desteklediler. Dersim bölgesi de Şah İsmail yanlısıydı. Şafi Palu Beyi Çemşid, Molla İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Memed Paşa’da Yavuz’un önemli destekçileri arasındaydı. Savaşta  Osmanlı ordusu, silah donanımı bakımından, özellikle ateşli silahlar açısından üstün bulunmaktaydı. Safevi Ordusunda hiç top yoktu; buna karşın Osmanlı'da önemli sayıda topçu kuvvetleri bulunuyordu. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Büyük Osmanlı Tarihi, - Hammer ) Bu koşullar altında meydana gelen savaş, Yavuz Selim’in üstünlüğü ile sona erdi. Savaşta Şah İsmail’de yaralanmış son anda yetişen adamlarının kendilerini feda etmesiyle ile hayatta kalabilmiştir.  Savaş sonrası ilerleyen Yavuz, Safevi başkenti Tebriz’e girmiştir. Bir müddet burada kaldıktan sonra askerleri arasında artan huzursuzluklar nedeniyle geri dönerek Amasya’ya çekilmiştir. Bu çekiliş sırasında da Osmanlı askerleri yine Alevi köylerini yağmalamış birçok insanı öldürmüştür. Osmanlı ordusunun Tebriz’den geri çekilmesiyle de  Şah İsmail, kaybettiği toprakları savaşmadan geri almıştır. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Amasya’ya dönen Yavuz Selim, Doğu Anadolu’da düzeni tertipleme işini Molla İdris-i Bitlisi’ye vermiştir.  İdris-i Bitlisi de kendisine yakın aşiret ağlarını toplayarak Alevilerin kökünü kazıma ve Kızılbaşlara karşı cihat etme yemini yaptırmıştır.   

      

 

    Çaldıran Savaşı Anadolu için bir anlamda kader savaşı olmuştur. Yavuz’a kadar Osmanlı için Rum devleti şeklinde ibareler kullanılmaktaydı. Yavuz’dan sonra ise “Osmanlı ya da “Devlet-i âl-i Osman” denilmeye başlanmıştır. Osmanlıda hem yönetimde hem de tebaada Rum, devşirme etkisi çok büyüktü. Bu nedenle yabancı birçok tarihçi Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran savaşını Rum-Türkmen savaşı olarak dillendirmektedir. Çaldıran Savaşını Şah İsmail kazansaydı çok farklı gelişmeler Anadolu’da yaşanabilirdi. Ancak Safevi ile devletleşen Alevilik bu niteliğini fazla koruyamayarak sonradan, burada da Şiiliğe dönüşmüştür. Şii inanç tarzının ise Hz. Ali sevgisi dışında Alevilik ile hiçbir ortak yanı bulunmamaktadır.

Bu dönemlerde Dersim bölgesi ise, Safeviler’in hakimiyeti öncesi Osmanlıya bağlı olan Çemişgezek beyi Hacı Rüstem tarafından idare edilmekteydi. Daha sonra Şah İsmail’in halifelerinden olan Nur Ali Halife bölgede etkisini artırmaya başlayınca, Hacı Rüstem kendi isteği ile beyliği Nur Ali Halife’ye devrederek Şah İsmail’e yanaşmıştır. Ancak Çaldıran savaşı sonrası tekrardan Yavuz Selim’e yanaşınca çok sayıda adamı ile birlikte Yavuz tarafından öldürülmüştür. Ölümü sonrası oğlu Pir Hüseyin babasını öldüren Yavuz’a bağlılığını bildirerek biat etmiştir. Bunun üzerine Yavuz, babasını öldürmesine rağmen kendisine itaat eden Pir Hüseyin’i Çemişgezek beyi olarak Dersim yöresi sorumluluğuna atamıştır. O dönem Dersim’i etkileyen şahsiyetlerden biride Yavuz Selim tarafından Erzincan Valiliğine atanan Bıyıklı Mehmed Paşadır. Dersim bölgesinde baskıcı yöntemleri ile tam bir terör estirmiştir. İdrisi-i Bitlisi ve Palu Beyi Çemsid’in de katılımıyla birlikte Ovacık’da, Nur Ali Halifeye bağlı binlerce Kızılbaşın kafasını kesip Erzincan’a getirerek, şehirde Kızılbaş kafataslarından kuleler oluşturmuştur. Erzincan Valisi olan Bıyıklı Mehmed Paşa benzer faaliyetlerinden ötürü defalarca kez Yavuz Selim tarafından takdir edilmiştir. Yavuz Selim, Çaldıran Seferine giderken Bıyıklı Mehmed Paşa'yı Bayburt aldıktan sonra Erzincan beylerbeyliği ile görevlendirmişti. Ayrıca kendisi Mısır Seferi'nde Yavuz’un ordusuna aktif şekilde yardım etmiştir. Bundan sonra Yavuz onu Safevi Devletinin, batı hududunda, elinde tuttuğu kalelerin en önemlisi olan Diyarbakır  komutanı olarak atamıştır. İdris-i Bitlisi ile birlikte hareket eden Bıyıklı Mehmed Paşa, Diyarbakır’ı diğer Kürt beyleri ile anlaşarak zaptetmiştir. Şehri geri almak için gelen Karahan kumandasındaki Safevi kuvvetlerini de yenilgiye uğratmışlardır. Daha sonra İdris-i Bitlisinin Yavuz’a önerisi ile Bıyıklı Mehmed Paşa, yeni oluşturulan Diyarbekir eyaletine ilk beylerbeyi olarak tayin olunmuştur.(Şerefhan-Şerefname) İdris-i Bitlisi'nin de yardımıyla  Mardin de Osmanlı topraklarına katılmış, böylelikle Urmiye, İmadiye, Siirt,  Eğil, Hasankeyf, Palu, Bitlis, Hizran,  ve Cizre; Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

      Safevileri sindirdikten sonra Yavuz gözünü Mısıra ve tüm İslam alemine çevirmiştir. Bu sırada Mısır Seferi hazırlıklarını yaparken, Yozgat Kızılbaşlarından olan Bozok’lu Celal ayaklanması meydana gelmiştir. Turhal kasabasında yaşayan Bozok’lu Şeyh Celal dini bir önder vasfındaydı ve Aleviler tarafından çok seviliyordu. Yavuz’un artan mezhepsel baskıları ve halkın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıların etkisiyle Tokat yöresinde ayaklandı. Kısa sürede Anadolu Alevileri ve göçebe yaşayan diğer gruplar tarafından desteklendi. Osmanlının ağır vergi yükü altında ezilen binlerce köylünün katılmasıyla ayaklanma hızla yayılmıştır. Ayaklanmanın üzerine paşalarını yollayan Despot Yavuz bu ayaklanmayı da kanla bastırmış ve bölgede geniş çaplı bir katliam daha yapmıştır. Bu ayaklanmadan kurtulmak için de binlerce insan yine Safevi devletine sığınmıştır. Bu ayaklanma, sonraki tarihlerde meydana gelen diğer Alevi ayaklanmaklarına da ismini vermiştir. Sonraki ayaklanmalar artık Celali ayaklanmaları olarak adlandırılmıştır. 

 

Saltanat dönemi Aleviler açısından kan ve gözyaşı dönemi olan Yavuz, Mısır’ı ele geçirdikten sonra İslam Halifeliği unvanını da alarak Hicaz’da bulunan kutsal emanetleri İstanbul’a getirmiştir. Artık din Osmanlı’da çok güçlü bir üst yapı kurumu niteliğine bürünmüş, iktidarı tehdit eden bütün unsurlar din adamlarının yardımıyla dinden sapma ve zararlı olduğu ileri sürülerek baskı altına alınmıştır. Bu tarihten sonra halkın her türlü talebi bu anlayışla bastırılmış, katliamlar ve vahşetler meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Günümüzde de Yavuz’un torunları atalarını unutmamış katliamlarla Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta bu zihniyeti devam ettirmişlerdir.