Gezi, Cami-Cemevi Projesi ve derken en son Demokratikleşme Paketi de gösterdi ki, aynı dünyanın misafirleri olmamıza rağmen, hâlen “farklı kutupların” havasını soluyoruz. Öyle ki, her ne sebeple olursa olsun (sağ, sol, İslamcı, Alevi, Kürt, gayrimüslim, vd.) yedisinden yetmişine halkın birçok kesiminden insanın müdahil olduğu bu gelişmeler, her defasında karşımıza şu gerçeği getirip dikivermekte: “AKP iktidarıyla birlikte demokratikleşme adına patlatılan sevinç naraları, yerini giderek feryatlı ve figanlı ahlardan oluşan tepkilere bırakıyor.” Hiç şüphesiz ki bundaki en büyük kabahat de, yine bizzat AKP iktidarının kendisinden kaynaklanmakta.

Başlangıçta, giydiği ateşten gömlekle üzerine bindiği fili sürmenin keyfini çıkaran iktidar, şimdi o filin süregelen hastalığını (iç organlarının giderek büyümesi) çözmekten ziyade, belirli aralıklarla file yaptığı ağrı kesicilerle, mevcut durumu kotarma siyaseti yürütmekte. Üstelik de kabahat sadece bu olsa iyi! Şöyle ki, fille bu denli hemhâl olmuş iktidar partisinin kendisi de giderek bir rahatsızlık hâline gelip, derdi zaten başından aşkın olan file zarar vermeye başlamış bulunmakta. Böylece, hem Hipokrat’ın ilk tıbbi ilkesi (önce, zarar verme), hem de siyasetin çözüm arayışlarının yerinde yeller esmeye başladı desek yeridir. Özellikle de son açıklanan demokratikleşme paketi, bu yönde yapılan tartışmaları alevlendirmek açısından manidar bir örnektir.

 

 

YETMEDİNİZ Mİ ARTIK?

 

Biliyoruz ki birçok insan açısından bu paket, yol alınan demokratikleşme süreci açısından önemli bir adım olarak görülüyor. Özellikle de, toplumsal kutuplaşma açısından her defasında namlunun ucuna sürülen “yetmez ama evetçiler”in sergilediği yaklaşım üç aşağı beş yukarı bu minvalde bir seyir izlemekte. Eline aldıkları çekiçten ötürü, gördüğü her şeyi çivi sananlarsa, “yetmez” ve “evet” kelimelerini yan yana telaffuz edenlere zaten başından itibaren kıl oldukları için, “hayır” demek dışında pek de ‘hayırlı’ bir yol sürmüyorlar. Bir kesim evetçinin, iktidarın niyetini gözardı ederek sunduğu mutlak desteğin yanlışlığı kadar, hayırcıların da her koşulda dile getirdiği olumsuzlamalarının iler tutar bir yanının olmadığını belirtmek gerek! Çünkü siyasetin ve üzerinden geliştiği konjonktürel dengenin, ne “evet” demekle iktidar yandaşlığı ne de “hayır” demekle iktidar karşıtlığı yapmak gibi bir anlamı sözkonusu. Bu nedenle, her koşulda “evet ya da hayır” demekten ziyade, yer yer “evet” ama yer yer de “hayır” diyebilmenin önemli bir meziyet olduğunu ifade etmek gerekiyor. Öyle ki, ne daha düne kadar anayasa için “evet” diyenlerin bugünkü demokratikleşme paketi için “hayır” demesinde, ne de “hayır”cıların “evet” yönünde bir fikri benimsemesinin tutarsız bir yanı vardır.

 

Dile getirilmesi gereken diğer bir husus da, “hayır”cılığın bütünsel bir kategori içerisinde ele alınıp, değerlendirilmesine yöneliktir. Bu yanlış algının ve “hayır” kavramı üzerinde kurulan hegemonyanın da sorgulanmaya muhtaç yanlarının olduğu gayet açık. Bunun içindeki bir kesimin CHP, MHP ve İP gibi ulusalcılardan, diğerlerininse sol ve sosyalistlerden meydana geldiği görülmedikçe, kimin hangi kaygılarla “hayır” dediği anlaşılmamakta ve hepsinin de sanki AKP karşıtlığı üzerinden bir karar birlikteliğine giderek, ortak hareket ettikleri gibi bir algı oluşturulmaktadır. Keza AKP tarafından yürütülen siyasette, bunun sıkça başvurulan bir argüman hâline getirilmesi tesadüf olmasa gerektir. Hâl böyle olunca, solculuğu ve devrimciliği kendi tekellerine almış gibi hareket eden kimilerinin, sanki bunun patent hakkı kendilerindeymiş de, ancak onlar kimin solcu ve devrimci olduğuna karar veriyorlarmış gibi hareket etmelerine ne demeliyiz! Bu eğer AKP’ce yürütülen “kontrollü gerilim siyaseti”nin değirmenine su taşımak değilse, nedir o hâlde? Diğer türlü sorarsak, AKP’nin de parçası hâline geldiği ve sorunu gittikçe büyüten “fil hastalığı”na yakalanmak değil midir? Bunun için Gezi olayları başlı başına bir örnektir. Zira Gezi’deki tepki, sadece iktidarın kendisine değil, aynı zamanda muhalefetin de yürütemediği muhalefetsizliğe bir tepkiydi.

 

 

‘BEDELLEŞTİRİLEN’ İNSAN HAKKI

 

Mevzu Türkiye olunca, insan olmanın en tabii haklarının dahi uğruna büyük bedeller gerektirdiğini görüyoruz. Devlet içinse durum, bu bedeli ödettikçe ne kadar devlet olduğunu göstermekten geçiyor. Bırakınız eşit vatandaşlığı, sözde torpil geçilen Türk ve Müslümanların hâli bile ‘içler acısı’. Alevi korkusuyla Sünnilerin sırtında bir kambur hâline getirilen Diyanet’ten tutun da, ‘Kürtler ve Ermeniler ülkemizi parçalayacak’ diye varını yoğunu onlara karşı mücadeleye adayan ve bu yüzden de kendi hakkından, hukukundan feragat eden milyonlarca Türk var bu ülkede.

 

Olur da bir gün devlet ‘insafa’ gelirse, ‘anadan asker doğurttuğu’ her Türk’e lütfettiği bedelli askerlik gibi, Kürtlere de kendi anadillerini bedelleştirerek öğrenme hakkı verir. Ama şükürler olsun ki bugünleri de gördük! Devlet babamız, anadilimize bir sayaç takıp, ‘Türkçe konuş ey vatandaş’ saçmalığını nihayet geride bıraktı. Şimdiden bu lütuf, parası olana ana sütü gibi helal olsun. Olmayan mı? Onlar da bir zahmet ceketini satıp, çocuğunu okutsun kardeşim! Alevilere tavsiyemse, “hayvanat bahçesi açılışı yapılırken yüzlerce koyunun boğazlandığı bir ülkede, demokrasi paketi açıklanırken neden onlardan bir canın daha öldürüldüğünü” iyice bir düşünmeleridir!