Bir önceki yazıda (Patolojik birlikteliğin ‘hayali mutlulukları’, Taraf, 18 Eylül 2013) bıraktığımız yerden devam edersek, devletin şerefli olmakla taltif ettiği (Ne Mutlu Türk’üm Diyene) Türklüğü de kendi çıkarları açısından kategorize ettiğini söylenilebiliriz. Zira Türklük, her daim resmî otoritenin makbul vatandaş standartlarına uymak gibi yapısal bir zorunluluğa sahip olmuştur. Böylece işin, çizilen oyunun sınırları dışına çıkan Türklerin kanından şüphe etmeye kadar vardırıldığı söylenebilir. Tam da bu hususta, yıllardır dile getirilen bir tevatürü taşımış olduğu anlamlı mesajdan ötürü ifade etmenin faydası var. Buna göre, Türk olan İsmail Beşikçi’nin “Kürtçülük propagandası” yapmasını yadırgayan mahkeme hâkimi, Beşikçi’ye dönerek şu soruyu yöneltir: “Hadi bunların yapmasını anlıyorum da, sen bir Türk olarak bunu nasıl yaparsın?” Buna karşı, mahkeme de bulunan Musa Anter (Ape Musa) hâkime dönerek, “Kürt olan Ziya Gökalp üzerinden yıllarca Türkçülük yapılırken sorun yoktu da, şimdi Beşikçi’nin Kürtlere sahip çıkmasını mı yadırgıyorsunuz!” diyerek, çıkışır.

 

Bu hadiseden de anlaşıldığı gibi, devletin kendi varlık ve bekasıyla özdeşleştirdiği Türklükten kastı, oluşturduğu tahakküme gönüllülükle bağlananlardan elde ettiği faydayla yakın bir ilişki içerisinde olmasıdır. Aksi takdirde ‘muhtaç olunan kudrete kaynaklık eden damarlardaki asil kanın’ kıymeti de kendi bağlamında sorgulanmaya açık kılınacaktır! Demem o ki, kıymetin de bir bedelinin olduğu ve bunun da devletin ürettiği resmî ideolojiye minnet eylemekten geçtiği gayet açıktır.

 

 

ANLADIK! DÖRTNALA GELİNDİ. PEKİ, YA DİĞERLERİ NE OLDU?

 

Bu toprakları tamamen Türkleştirme uğraşısında olanlara göre, Anadolu’nun kapıları, 1071’deki Malazgirt Savaşı’yla Türklere açılmış kabul edilir. Şair Nâzım Hikmet’in o ‘talihsiz dizelerine’ de yansıdığı gibi “dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin” asıl sahiplerinden (Türkler) önce, Anadolu toprakları adeta birer dutluk olarak görülmüştür! Kapıları açtıranlar hızını almamış olmalı ki, tüm pencereler de sonuna kadar açtırılıp, bunun yarattığı cereyana kapılmanın verdiği ruh hâliyle, Anadolu’nun Türkler öncesindeki tarihi de bilinçli olarak görmezden gelinir. Böylelikle, Anadolu’nun Türklerle başlayan bu ‘ahir ve ezel kurgusu’, inşa edilen Türkçülüğün hayal sınırlarını sürekli genişletip, gerçeğin tarihsel mirasıyla yer değiştirecektir.

 

Bir milletin, kökenini tarih içerisinde ne kadar dibe götürürse, o kadar meşru ve haklı olduğunu besleyen milliyetçi inanç, görmezden gelinen Anadolu’nun kadim halklarının Türk olduğunu iddia etmekle de güçlendirilmeye çalışılmıştır. O yüzden de, bu toprakların asıl sahibi olarak bir kez Türkler kabul edilince, üzerine ayak basmış ve basan herkesin Türk olduğunu iddia etmek de adeta vaka-i adiyeden sayılacaktır. Aynı zamanda, “tarihi yazanlar, tarih yapanlara sadık bırakılmadığından” olsa gerek, ‘süpürüldükleri bu toprakların’ altından başlarını çıkaran diğer millet ve inanç mensuplarına da, sürekli bir misafir ve her ne hikmetse, ekmeğini yedikleri bu toprakların ‘asıl sahiplerini’ arkadan vuran, birer hain damgası layık görülmüştür. Ki durum hâlen de böyledir! Bir de, ‘saf Türklere’ hizmetçilik yapmaları için boyunduruk altına alınmalarını ekleyebiliriz. Bu hususta sözü, egemenliği kayıtsız şartsız millete devrettiğini dillendiren Cumhuriyet’in hukukçu kisveli ideologlarından olan Mahmut Esad Bozkurt’a bırakalım: “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da, dağ da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”

 

 

TÜRKÇÜLÜK VE ‘YAN SANAYİLERİ’

 

Böylelikle, üstün gayretler sonucu meydana getirilen bu meziyetler sayesinde, “kendinden başka dostu olmayan, yalnızlaştırılmış bir Türk milleti” yaratılmıştır. Sonradan buna, çeşitli nedenlerden ötürü Türkleşmek zorunda kalanlar da müdahil olur. Hatta ve hatta Türkleşen bu insanların sıradan bir milliyetçiden bile daha fazla Türkçülük yaptıklarının birçok örneği mevcuttur. Bir Kürt olup, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Cevdet’in, intihar teşebbüsünde bulunan Ziya Gökalp’e tedavi maksadıyla yardıma koşan ilk insanlardan olmasına rağmen; bir müddet sonra Gökalp’in Türkçü düşüncelerinden ötürü hayıflanarak “keşke kurtulmasaydı da memlekete Türkçülük gibi geri fikirleri yaymasaydı” yönlü ifadeleri, bu rahatsızlığa dair duyulan tepkilerdendir.

 

Sonradan Türkleşen (tamamı olmasa da) millet ve etnik grupların bu yeni kimliklerini o denli özümsemelerinin, içinde bulundukları çaresizliği perdelemek gibi farklı birçok nedeni olmuştur. Yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda kalan ve artık gidebilecek bir yerleri olmayan çoğu topluluk için Türkiye, son bir şans ve her koşulda savunulması gereken bir hayat memat meselesi olarak görülünce, devletin resmî ideolojisi Türkçülüğe dört elle sarılmak da, adeta bir varlık-yokluk nedeni olarak görülecektir. Başından itibaren bu topraklarda yaşayan diğer halkların Türklüğe meyletmek ‘zorunda’ bırakılmalarının da, hayatta kalmak gibi yaşamsal bir gerekçesi olmuştur. Fakat bu sefer tehlike, dışarıdan ziyade bizatihi içeriden, yani devletin kendisinden gelir. Çünkü ‘varlıklarını Türk varlığına hediye etmeyenlerin’ sonu ya kara toprak, ya da atalarının yüzyıllarca kök saldığı bu topraklardan alelacele göç edip, soluğu başka diyarlarda almak oldu ve de olur!

 

Yalçın ÇAKMAK