Üniversiteler, bir ülkedeki bilimsel etkinliklerin niteliğini göstermenin yanı sıra, o ülkenin toplumsal meselelerine yönelik ürettikleri çözüm öneriyle de önemli bir işleve sahip olmuştur. Buna rağmen söz konusu kurumların Türkiye’deki ahvali, istisnai birkaç örnek dışında pek de iç açıcı değil. Bunun da bizzat ülkedeki toplumsal yapı ve bu yapıyı şekillendiren insani malzemeyle yakın bir ilişkisi bulunmakta. Bu nedenledir ki Dostoyevsky’nin “Bir ülkenin suçluluk oranını ölçmek istiyorsanız, o ülkenin cezaevlerine bakın” sözünü, “bir ülkedeki düşünsel özgürlüğü görmek istiyorsanız, o ülkenin üniversitelerine bakın” yönlü bir kalıba uyarlamaktan geri duramayacağım. Çünkü Türkiye’de üniversitelerin, biçimsel ve içerik olarak, demokratik ve hakkaniyetten uzak bir kabak görünümünde, ulu orta sırıttıkları söylenebilir. Nedeniyse, bu kurumların her dönemin iktidarıyla sıkı bir ilişki ağı içerisinde bulunuyor olmasıdır. Hâl böyle olunca da, gerek üniversite yönetimlerini oluşturan senatoların, gerekse akademik personelin öncelikli uğraşıları arasında, iktidarın kendisine yaranmak adeta bir hiyerarşik varlık sebebi oluşturmaktadır. Sonuç olarak, hocaların üniversite yönetimine, üniversite yönetiminin de iktidara şirin gözükmek uğruna girişmiş olduğu bu sevimsiz mizansenin, garabet bir hâle bürünmesi de adeta kaçınılmazlaşmaktadır.

 

İKTİDARA TABİİYET

 

Rektörlerin eyalet valisi edasıyla ‘astığım astık, kestiğim kestik’ gibi bir davranış içerisinde olmalarının, varlıklarını ve koltuklarını borçlu oldukları iktidara sundukları destek ve verdikleri tavizlerle sıkı bir ilişkisinin olduğu şüphesiz. Bunu başarabilen rektörlerin, kendi muhitlerinde nasıl da acımasızlaştıkları ve devlet içinde devletçilik oyunlarına öykünerek ne tür skandallara imza attıkları bilinmeyen bir şey değil. Vakti zamanında, özellikle de türbanlı ve anadilde eğitim kampanyaları düzenleyen Kürt öğrencilere yönelik devrin devlet aklıyla hareket ederek, ne tür büyük acımasızlıklara neden olunduğu hâlâ unutulmuş değil. Solculara yapılanları da varın siz düşünün!

 

Buna rağmen şimdi de geçmişi aratmayan uygulamalara tanık oluyoruz. Üstelik de bu, 28 Şubat sürecinin asıl mağdurlarından ziyade, bu mağduriyetin omuzlarına basarak yükselenler tarafından daha bir acımasızca yapılmakta. Yer yer basına düşen haberlerden de aşina olduğumuz bu vakaların, her geçen gün çığ gibi büyümekle de kalmayıp, buna maruz kalanların çeşitli çekincelerden ötürü susmayı tercih ettikleri de görülmekte. Bir nevi, ‘Demoklesin kılıcı tepelerinde sallanırken daha fazlasını istemekten ziyade, ellerinde olanı korumaya yönelik bir korku hâli’ diyebiliriz. Ya kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen susanlar ya da olanı kazanmayı en çok hak edenlerin yaşadıklarına ne demeli?

 

 

AKADEMİK SELEKSİYON

 

Meseleye aşina olmayanlar için şu bilgi notunu başında eklemekte fayda var: Herhangi bir üniversiteye akademik düzeyde yerleşebilmeniz için, ilgili üniversitenin, belirlemiş olduğu kıstasları gösterir ilanını YÖK’ün internet sitesinde 15 gün boyunca yayınlaması gerekmekte. Buna göre, Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan insanların böylesine bir merkezî sistemi takip ederek, uygun koşulları taşımaları hâlinde başvuru yapmalarının önü de açılmaktadır. Buraya kadar bir sıkıntı yok gibi. Ama asıl mesele, üniversitenin, ilanı, başından beri almak istediği kişinin koşullarına göre düzenlemesidir. Bu ilanı gören yabancı bir kişi, sözkonusu özellikleri taşımasına rağmen, ilanın özel bir şahıs adına çıkarıldığını anlayarak başvuru konusunda çekimser kalmakta. Çünkü sıralamaya girse bile, sonrasında üniversitede yapılacak olan yazılı sınavda eleneceğini ve üniversitenin önceden belirlediği kişiyi alacağını düşüneceğinden, hevesi kırılmaktadır.

 

Diğer bir ilan şekline de öğretim üyesi alımlarında başvurulmakta. Buradaki usul de, üç aşağı beş yukarı aynı olup, alınmak istenen adayın özelliklerine göre düzenlenen ilanlara göre yapılmaktadır. Üniversitenin resmî internet sitesinin yanı sıra Basın İlan Kurumu üzerinden de verilen bu ilanlarda benzer bir işleyiş uygulanmakta. Öyle ki, Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde meydana gelen skandalda, alınmak istenen doçentlerin isimleri de ilanda aleni bir şekilde yazılıp (Hürriyet, 2 Ağustos 2013), dikkat çektiğimiz bu rezalet tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir.

 

Yetmezmiş gibi hemen akabinde, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde de benzer bir skandala imza atılıp, Psikoloji Bölümü’ne alınacak öğretim üyesinden “yaşam olaylarına dinî yaklaşım konusunda çalışmış olmak” konulu bir şart koşularak, ilana çıkıldı (Gazetecileronline, 12 Ağustos 2013). Rize’deki skandalın rektörün istifasıyla sonuçlanmasına rağmen, Çanakkale’de rektörlük görevini sürdüren ve aynı zamanda Star gazetesinde de köşe yazarlığı yapan Sedat Laçiner’in kendi üniversitesindeki bu durumu nasıl izah edeceğini büyük bir merakla bekliyoruz.

 

Yeri gelmişken de belirteyim. Son dönemlerde üniversitelere alınan ilahiyatçı sayısında büyük bir artışın olduğuna ve bunların da olur olmaz, sosyal bilimlerin farklı bölümlerinde istihdam edildiklerine şahit olunmakta. Yakında fen bilimlerine ait bölümler için de ilahiyatçı şartı konulursa kendim adına şaşıracak değilim. Ama insan bu kadarına da pes doğrusu demeden geçemiyor. Üstelik yaşananlar sadece bunlardan da ibaret değil! Bunun bir de muhalif kimliğiyle bilinen öğrenci ve akademik personele yaşatılan düzinelerce haksızlığı var. Diğer bir yazımda örnekleriyle birlikte bunları da konu edeceğim. Okurlardan ricam bu yönde yaşamış oldukları her türlü sıkıntıyı çekinmeden bildirmeleridir. Şimdilik bütün meselemiz bu olacak!

 

 

[email protected]