“Herkesin kendi alemine gömüldüğü” bir tevatür olmaktan çıkan yaşamlarımız, tıpkı yoksulluğun kanlı anaforlarında tekrarlanan simetrik ve çirkin bir oyundaki kibrit çöpünün çaresiz çırpınışlarına benzemekte. O çaresizlik ki, muktedirler tarafından bize hediye edilen değer yoksunluğundan birkaç saniye evvel doğmuş bir ikiz kardeş gibi yanı başımızda durmakta. Biliyorum, şuan bu satırları yazarken bir sonraki cümlede tılsımını yitirecek bütün söylediklerim ve yüreğimizin doğusunda vurulacak olan kardeşlerden birinin kanlı ruhunu daha uğurlayacağız istatistik adı verilen ölüm meleğine doğru. Sonra anaların feryatlarında yankılanan asırlık bir türkü çalınıverecek kulaklarımıza: “Ölürken anne dedi mi, beni çağırdı mı yavrum can çekişirken.”

 

Hamaset erbabı kahramanlarımız ise, savaş meydanlarının kızıl şarabını doldurarak şişelerinden, bizim için, bize rağmen ölüme kadeh kaldırmaya devam edecekler. Bu savaşın vicdandan yoksun pornografik figüranları ise, önlerine atılıveren cesetlerden kalan kemikleri kemirerek, çirkin sesleri ile haklılıklarından dem vurmayı sürdürecek. Ölenin polis, asker, militan ya da öğretmen olmasının bir önemi yoktur artık onlar için. Bu ne, “ağız kokusu gibi kimsenin kendisinde olduğunu bilmediği ve hep başkasında sandığı” bir ideolojiye sahip oldukları anlamına, ne de “ölen hayvan olur, âşıklar ölmez”  gibisinden ulvi bir tefekküre daldıkları manasına gelir. Çünkü hayvani boyutunun dahi aşikâr olduğu şu vicdaniyet gerçekliği, bunlar tarafından yitirilmiştir artık. Zira onlar, ahlakları gibi vicdanlarını da tüketmişlerdir açlıklarının insafsızlığında. 

 

Kendimi oturup da bir şeyler yazmak zorunda hissettiğim şu zamanımı, bir yandan da memleketin dört bir yanından gelen siyasi ölüm haberlerine göz gezdirerek geçiriyorum. Her gün artık duymaya ‘alıştığımız’ ölüm haberleri - kendi gerçeklikleri bir yana- adeta bizler için rutinleştirilmiş bir öğün yemek gibi, yaşamlarımızın olmazsa olmaz ara reklamları haline getirilmiş bulunmakta. Hem sinir uçlarını yitirmiş bir toplum haline geldiğimizden, hem de nekrofilik (ölü sevici) bir geçmiş algısına sahip olduğumuzdan olsa gerektir ki, yaşam gibi ölümü de rutinleştirmiş bulunmaktayız. İnsanlar, omuzlarına yükledikleri cenazelerin kim bilir kaçıncısını taşıdıklarının bile farkında olmadan, aslında nefret ve kin sarmalının öfke yüklü bağırışları arasında, bir gün kendi cenazelerini de taşıttıracakları bir kuşak yaratmaktalar. Üstelik de, yüzyıllık bir derde çare için yuttuğumuz o “ bin yıldır Türk ile Kürt’ün kardeş olduğu” masalının ruhuna okudukları el-fatiha ile de belirsiz bir istikamete doğru yol almaktalar.

 

Her savaşın kirli yüzünü teşhir etmeye tek başına ne benim ömrüm yeter, ne de başkalarınınki. Türkiye’deki 30 yıllık savaş “bilançosuna” karşılıklı şahadet duyguları ile kurban verilen binlerce insandan bahsediliyor. Haklı olmak her defasında “ölümün niceliksel soğukluğu” ile perdelenmekte. Gidenler, gelenler ve bir gün yeniden gelecek olanlar ile devam ettirileceği dile getirilen “namus belası şu savaş halinin” en masum kurbanları ise, ne yazık ki hep siviller oluyor. Üstelik de, Ergenekon denilen kızıl elma konseptinden türeyen kurtçukların yaptıkları, bugüne kadar gün yüzüne çıkan gerçekliklerden de görüldüğü üzere, planlı bir katliam belgesi olarak önümüzde durmakta iken.

 

Ah keşke bir şeyleri değiştirmeye gücümüz yetse! Şu boğazımızda düğümlenen tanrısal haklılığı, yitirdikleri evlatları ile yürekleri bir yangın yerine çevrilen anne ve babaların gözyaşlarına karıştırabilsek mesela. Dünyamızı cehenneme çevirip, yalan ve riya ile homurdanarak yaşamlarımız üzerinden kabadayılık yapan katilleri tarihin kanlı çöplüğüne gönderebilsek keşke. Bundan da öte, suçsuzluğumuzun yargılayıcılarını yargılayabilsek mesela. Üzerimizdeki ölü toprağını def ederek geçmişin kefaretini ödemeye hazır bir mehdi, mesih olabilseydik keşke.

Bir akvaryumu yazmanın o akvaryumda yaşamaktan daha kolay olduğunu unutup, her dizenin biraz eksik, her şiirin de biraz yalan olduğuna aldırmadan, ıssız bir evde korkudan ağlayarak yitirdiklerimiz için gözlerimizi yiyebilsek keşke! Son kez de olsa, haklılığımızın şairi Neruda’ya kulak verebilseydik mesela;

“O kadar çok ki ölümüz

Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler

Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar

Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler

Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim.”

(Geçirdiğim ameliyatın ağrılarından ötürü, bana ayrılan köşede duran yazımı bir türlü değiştirme zamanı bulamadım. Bu yüzden de, sunmuş bulunduğum mazeretin özrünü kabul etmeniz için siz değerli okurlardan ricacı oluyorum)

Yalçın Çakmak

[email protected]