Albert Einstein’ın, kâinattaki olağanüstü düzene atıfta bulunarak dile getirdiği “Tanrı zar atmaz” sözü, İslamcı camia içerisinde de kabul gören ve inanç bağlamında kullanılagelen bir argüman olmuştur. Tanrı’nın kudretini nitelemeye yönelik kullanılan bu söz, aynı zamanda mükemmelliğine de vurgu yapan ve yarattıklarının onun nezdindeki pozisyonunu belirleyen bir anlamı da çağrıştırmaktadır. Tam da bu noktada, onun yeryüzündeki gölgesi olmaya öykünerek her türlü tasarrufta bulunma hakkını kendilerinde bulan yöneticilere karşı, Ali Şeriati’nin dile getirdiği kavurucu uyarıyı not düşmekte fayda var: “Kim gücü, ilmi, ırkı ve servetiyle büyüklenir, başkalarından üstün olduğunu ileri sürer, insanlara kendi iradesini dayatır ve keyfine göre yönetirse tanrılık iddiasında bulunmuş; kim de bunu kabul ederse şirke düşmüş olur.”

 

Şeriati’nin yukarıdaki sözünün, Kemalizmin mutasyonu hâline gelen Türkiye’nin yeni yönetici elitinin ruh hâline tekabül ettiği söylenebilir. En basitinden, bugün yaşanan birtakım gelişmeler üzerinden bu yönde bir uyarlamaya gitmek pekâlâ mümkündür. Özellikle de Başbakan’ın, destek aldığı toplumsal tabanın gücüne dayanarak, söylem ve icraatlarına yansıyan “insanüstü” tutumu, kendini yanılmaz ve mükemmel bir varlık olarak görmesine yol açmakta. Böylelikle şahsı, aleni bir şekilde gerçekleştirmiş bulunduğu olumsuzluklarının tartışılmasına bile tahammül göstermeyerek, yanlışlarını dahi mucizevî bir unsur olarak sunmaktadır!

  

Rahatsızlığın görünürleşmesi

Gezi’de başlayarak en son Diyarbakır Lice’deki olaylarda meydana gelen ölüm ve yaralanma hadiseleri üzerinden şekillenen Türkiye’nin siyasal panoraması üzerine birçok şey söylendi ve bundan sonra da söyleneceği muhakkaktır. Hiç kuşkusuz ki, AKP ve özelde de Başbakan Erdoğan’ın karizması etrafında şekillenen iktidarın, meydana gelen bütün bu gelişmeler üzerinde doğrudan bir etkisi vardır. Bunun doğal bir sonucu olarak da, bakan Nabi Avcı’nın da ifade ettiği gibi AKP, “muhalefetin senelerce uğraşarak başaramayacağı bir şeyi beş günde başararak, biraraya gelmesi düşünülemeyecek olan birçok kesimi biraraya getirme başarı ve becerisini” göstermiştir. Bu itiraf iyi okunduğunda, Gezi Parkı olaylarında biraraya gelen AKP karşıtı muhalefet cephesinin haklılığına da dolaylı bir göz kırpmayı beraberinde getirdiği görülecektir. Zira buna dair dile getirilecek bir NEDEN sorusunun, çeşitli endişelere sahip, farklı toplumsal kesimler tarafından verilecek birçok cevabı vardır.

 

Hormonlu aydınlar

Buna rağmen, bugün direnişe karşı olan ve esasında da bunu kendi cennetlerini karartacak bir kıyamet belirtisi olarak değerlendiren AKP’nin insan kaynakları mühendisliğine soyunmuş “hormonlu aydınları”ysa bitip tükenmek bilmeyen ısrarlı bir eforla, sokaklara çıkan insanların endişelerini gölgeleyecek karşıt bir kamp olarak, “AKP’nin yurttan sesler korosu”nu oluşturmuştur. Onların, iktidarın dilinden tahvil ederek taçlandırdıkları argümanlar, ne sinesine sığındıkları liberal düşüncenin izanına, ne de bir zamanlar kendileriyle birlikte hareket edip, mütedeyyinlere yapılan haksızlıklara karşı duran insanların vicdanıyla örtüşmektedir.

 

An itibarı ile gelinen noktada, var olan uzlaşmaz çelişkinin bugün artık AKP ve karşıtları olarak iki kutuplu bir Türkiye üzerinden kategorize edildiği söylenebilir. Oysaki bugün Gezi’de yer alan bir kısım insanın, daha düne kadar sırf Türkiye’nin demokratikleşmesi adına “demokrasi takiyyesine bürünen” bu iktidar kompetanlarıyla örtüşen bir söyleme sahip oldukları ne tez görmezden gelindi? Bu da demek oluyor ki Türkiye’de bilimin, entelektüelliğin ve onurlu olmanın yegâne kıstası için, haşmetliler ve onlara alkış tutan reayanın gönlünü kazanmak tek adres olarak gösterilmektedir!

  

Kürtler mi demiştiniz?

Bir yanda bunlar olurken, diğer yanda 30 yılı aşkın bir savaşın mağduru olan Kürtlere yönelik de incitici bir söylem dolaşıma sokuldu. Buradaki en yaralayıcı husussa, bunun bizzat Gezi’de yer alan ve ona destek sunan karşıt cephe tarafından dile getirilmiş olmasıdır. Sol’un tamamını kapsamamakla birlikte, Kürt hareketinin sözkonusu direnişe doğrudan destek sunmadığı yönünde dile getirilen eleştirilerin, esasında tam da iktidar tarafından istenen bir yalnızlaştırma ve uzun vadede muhalefeti parçalama operasyonuna yağ sürdüğü ısrarla görmezden gelinmekte.

  

Gezi olaylarını Türkiye için bir “ahir ve evvel” arabeskine çeviren bu mantığa göre, Kürtlerin samimiyetlerini göstermek adına, yaşanılan Gezi “sürecine” bütün güçleriyle destek sunmak dışında çıkar bir yolları yok gibidir! Oysa bu anlayış aynı zamanda, ifade ettiğimiz gibi, Kürt sorunu ekseninde yıllardan beridir iğneyle kuyu kazarak biraraya gelen Türkiye’nin Kürt ve diğer halklarına karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır da. Allahın sopası yoktur demek bu olsa gerektir ki, Kürtleri Gezi olayları üzerinden samimiyet sınavına tabi tutanların, şimdi Lice’de meydana gelenler üzerinden kendilerinin de bir sınava gireceği günlere tanık olmaktayız. Hazır mesele sınav mevzuundan açılmışken, şu anda tam da Hz. İsa’nın “İlk taşı günahsız olanınız atsın” dediği kadar alenileşen bir sınava tabi tutulduğumuzu da unutmamamız gerekiyor!

 

Portakal açılımlar

Başbakan’ın, “bitmek tükenmek bilmeyen Cumhuriyet sevdasının şevkine uyarladığı” hedef 2023 rotası, en son meydana gelen gelişmelerle birlikte, su almaya başlayan kayığını onarma telaşı yüzünden, vites küçültücü bir hamleyle önümüzdeki 2014 ve 2015 seçimlerine yöneltildi. Bu nedenledir ki kendisi, seçimlere daha yakın bir süre için Alevilerin ağzına çalacağı “bir parmak bal politikasını” Gezi olayları sonucu meydana gelen muhalefet cephesini ayrıştırmak adına şimdiden devreye koymuştur. Üstelik de, kibir ve nobranlığın verdiği haşmetli hâlinden ötürü düne kadar Alevilere karşı olan bilinç hâllerini tüm çıplaklığıyla sere serpe ortaya koyan kendisi değilmiş gibi, şimdi de Yavuz Sultan Selim Köprüsü ismine karşılık, ruhları zaten başından itibaren teslim alınmış birkaç üniversiteye Alevi önderlerinin ismini vererek, Alevilerle bir pazarlığa girişilmektedir. Burada yapılan mukayesenin tutarsızlığı gayet açıktır. Unutulmamalıdır ki, üniversitelere isimleri verilmesi düşünülen Hacı Bektaş-ı Veli ve Pir Sultan Abdal’ın tarihî değeriyle, Yavuz Sultan Selim’in Alevi belleğindeki karşılığını aynileştirmek büyük bir insanlık ayıbıdır. Bunun da yeni bir “Alevi açılımı” olarak piyasaya sürülmesi, olsa olsa Necati Şaşmaz’ın tabiriyle “acil değil ama çabuk çabuk” kabukları soyulan bir “portakal açılımı”na tekabül etmekte. Kabuklar alınıp masal bitirilince de, kralın çıplak olduğu nihayet görülecek!

 

 

 

[email protected]