Türkiye kaç gündür, siyasette olan ve olacak depremlere kilitlenmiş halde. Meğerse toplum olarak bu ‘depremlere’ uzun zamandan beridir ne çok hasret kalmışız da, farkında değilmişiz! Hakeza sokakta, AKP’liler dışında bunlara sevinmeyenleri neredeyse döveceklermiş gibi bir hava oluştu desek yeridir. Müsaadenizle “güler misin, ağlar mısın” sözünü burada hemen araya iliştirmek istiyorum. Öyle ki, bir yanda siyasetin tamamen “pornografik bir dil üzerinden konuşlandığına” dair dile getirdiğimiz cümlelerin henüz tükürüğü dahi kurumamışken, diğer yanda buna nispet edercesine siyaseti, ‘porno kasetlerle’ hizaya çeken, ‘yerli yapımı bir prodüktör patlamasına’ tanıklık ediyoruz!

Kendilerine has bir müesses nizam oluşturmaya çalışan ‘İslamcı’ kanadın (-ne yapayım onlar kendilerini böyle görüyor! Merak buyurmayın, lafım bütün İslamcı ve mütedeyyinlere değildir) hep beraber, ortak bir ağızdan devşire devşire posasını çıkardıkları ‘mağduriyet’ retoriğinin pul kadar kıymetinin kalmadığı anlaşılacak ki, sıra bu kez de bu mağduriyet üzerinden, peyderpey toplanılan ‘maddi alemin’ paylaşılmasına geldi. Hatta bizim mahallenin yaşlı teyzelerine göre de (ben onların yalancısıyım) kavganın asıl nedeni, paylaşılanın bir kez daha paylaşılmak istenmesinden kaynaklanıyormuş. Hatta geçenlerde biri, “yahu evladım, üzerine alınma ama siz hocalar ki üniversite de bir kürsü sahibisiniz, televizyonlardan izliyorum ama söylediklerinizi ne ben ne de amcan anlıyor. Sesiniz çıkmasa, sakız çiğniyor gibi yaptığınızı düşüneceğim” deyiverince, hemen yanındaki bir diğer teyze de “ne? geviş mi getiriyorlar. Hem bu devlet size daha bir sandalye vermedi mi ki, kürsüler de oturuyorsunuz oğlum” cevabını patlatıverdi. Yaşlılık işte, bu fikirler de nerden akıllarına geliyor diye sormayın şimdi. Hülasa, tövbe tövbe deyip hızlıca bu paragrafa taklayı attıralım derim!

İşte böyle, benim ‘badem bıyıklı kardeşlerim’ ve ‘türbanlı bacılarım!’ Siz, ‘komünist’ Cehape’liler, ‘sapkın’ Aleviler, kızlı erkekli kalan Solcular, Said-i Nursi’nin kardeşleri ‘bölücü’ Kürtler ve sırf fakirlik edebiyatı yapmak için, birazdan öleceğini bilip, hemen öncesinde bankanın tuvaletinde ayakkabılarının altını delen ‘kalleş’ Ermeniler dininize ve imanınıza küfretmesin diye, el mi rey mi verdiğiniz bu ‘allame’ din kardeşleriniz, bütün bu düşmanlarınızın huzurunda mübalağa bir cenge tutuştular! Biliyorum, “kabahat bizde değil, oyu verdiklerimizdedir” diyeceksiniz! O yüzden de, bakmayın siz Alevi dedelerinin “suç sende değil sevdiğim sana gönül verendedir” diye ‘çığırttıklarına’ (Ünle mi, tırnağın içine mi dışına mı koyacağımı bir anlığına unuttuğum için, parantezin sonuna bırakıyorum, lütfen idare edin artık) !. Âlem de hangi şey nedensiz de, bu kavga da nedensiz olsun, değil mi ama? Bir nevi “yaptım, ama bir sor niye yaptım”  misali…

Ah bu aynalara bakan gözler kör olsun

Daha dün, ‘Fetullah Gülen Hoca Efendi Hazretlerinin’ beddualarını dinledim. Hoca efendi ‘hazretleri’ konuşmasının bir yerinde “… Yaptıkları şey Kuran’ın temel disiplinlerine aykırıysa, sünnet-i sahiyeye aykırıysa,  İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, demokratik telakkilere aykırıysa Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın. Evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın…”  diyordu. Doğru söze ne denir, ‘gerçeğin demine Hü’den başka. Nedense aklıma birden Dersim geldi. Hani şu Cehape iktidarının 1937-38’de suçlu-suçsuz, çoluk-çocuk, yaşlı ve kadın ayrımı yapmadan adeta insansızlaştırmaya yemin eder gibi bir katliama maruz bıraktığı Kızılbaş Kürtlerin diyarı! Sonra, ‘herkesin bildiği bu sırrı’ hiçbir ‘çıkar gözetmeksizin (!)’ ifşaya soyunan ve aynı zamanda siz din kardeşlerinin daha düne kadar defaatle okumalarına rağmen (-kendisi de dahil olmak üzere), bir kez dahi olsun kimden bahsediyor yahu bu adam demediğiniz Necip Fazıl’ın ağzından, Dersim’de yaşanılan katliamı anlatan başbakan Erdoğan’ın cengaver çıkışları belirdi gözümün önünde. Bir nevi ‘aynayı tuttum Cehape’ye, Erdoğan ilişti gözüme’ misali.

Durun! Siz yorulmayın, ben kendim itiraf edeyim. Ben ‘niyeti bozuk’ bir adamım! Ama ne yapayım, yanı başımda şeytan elindeki üççatallı asasını başıma dayamış, ‘yaz ulan yaz, yazmazsan hem sen hem de sevdiklerin ölür’ diye tehditler savuruyor. Kendimden geçtim de, sevdiklerimi riske atamıyorum işte. Anlayacağınız, benim ki tamamen duygusal bir mesele. Biraz da sinirsel bir yönü var. Hani, hoca efendinin de tabiriyle “sinirlerinde bırakılan duygular” misali. Tam mesele dağılıyor derken, bu duygu-sinir sözünden birden hatırlamış oldum. Hoca efendi demiştik, tamam. Evet “Kuran, sünnet-i sahiye, İslam hukuku, modern hukuk, demokratik telakkiler” diyordu hoca! Bak ben yine niyeti bozdum, hoppala! Bu kez de bunları tutmayayım mı aynaya! “De ulan de, artık ne diyeceksen de” mırıltılarını duyar gibiyim… Abi kızmayın, aynanın niyeti bozuk, ben ne yapayım? Ayna ayna söyle bana: “Fakat Türkiye’de ben Alevi demiyorum, onlar Alevi değildir. Anadolu’daki Aleviler, Yörükler, bizim Tahtacılar, onlar her zaman bizim kendileriyle anlaşacağımız insanlardır. Fakat esas, aslen Nuseyri olan, Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş, aslen Nuseyri olan Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında. Bunlar Türkiye’de gaileler açtığı zaman, devletinizle, ordunuzla bu işin karşısına çıkamazsınız. Ve bunların dinleri yoktur. Nuseyri akidesi vardır” diyor bir konuşmasında Hoca efendi ‘hazretleri’! Ne garip değil mi, Dersim’deki katliama katılan askerleri de, bunlar dinsizdir, Kızılbaş’tır diye motive etmişlerdi! Madem Kızılbaşlar, öyleyse hukuka ne hacet vardı ki! Öyle dedik ve nihayetinde de öyle yaptılar Cehape’liler! Zaten dini olmayanların da, Nuseyri akidesine sahip olanların da hukukla, Kuran’la, demokrasiyle ne işi olur ki! İçtihat kapısı açık: Tizzz vurula kelleleri!

‘Cümbüş hanesiz’ saadet neymiş, tatmadım bilemem ki?

Bu aralar dilden düşürülmeyen diğer kardeşler de Aleviler. Hani şu ‘cümbüş hanelerini’ ibadet yeri olarak pazarlamaya yeltenenler yok mu! Şükürler olsun ki, bu memlekette İslam’ın tek bir ibadet yerinin olduğunu bilenler var da, yanımdaki şu mendebur şeytanın aklına uyanları kötü yola sapmaktan alıkoyuyorlar. Söz bir kez daha şeytandan açılınca bu kez de bana ‘kardeş ben ne yaptım’ diyor. Sus ulan, gece gece ne kardeşliği! Zaten sen değil miydin, ‘kardeşlik’ lafını bütün muktedirlere öğretip, el altından da hegemonya sağlamaları için, kullanmalarına ön ayak olan! Yetmezmiş gibi, gidip ‘zavallı’ Mahsun’un aklını da çelip ‘hepimiz kardeşiz, öyleyse bu kavga ne diye’ belleten de sen değilsen, kimdi o halde? Bak bir de “bu da mı gol değil” diyor. Tabi, müziğin sesinden hakemin düdüğünü duymadın: Ooofsayt!

Dedim ya, benim niyet bozuk. Cüz-i iradem yok, cüz-i iradem kardeşler! Zaten adamdan sayıp Abant Toplantılarına da çağırmadılar ki, gidip tıksırıncaya kadar rakı içeydim… Epey de Elevi (bizim yaşlılar öyle der) varmış diyorlar. Hem içerdik, hem de içimizdeki ateşin meşkiyle pervane misali döner, döner dururduk. Bakarsın biri de, Ahmet Aslan’dan ‘pervaneyim pervane ahuzar oldum ateşe’ şarkısını takardı ki, değme keyfimize. Ateş biz… pervane biz… dön dolaş dur…! ‘Komik olma’ diyor yanımdakiler. Hoppala, bu birde ‘üç harflileri’ çağırmış! ‘Komik olma, unuttun mu yoksa, pervane ateşe âşıktır ama sonu da ateşten olur” diyorlar! Ama… ama ortada ateş filan yok ki, fanteziydi sadece benimkisi! Olsaldıysa da şayet, ben o ateşi içimde yakmıştım, yanmam da pek olanaklı olmazdı zaten. Hem Abant da soğuk yerdir, rakı da bir yere kadar ısıtır, biraz dönüp durmanın kime bir zararı olur ki? “Polemik mekı” (Dersim’in ‘dağ Türklerinin’ dilinde ‘polemik yapma’ anlamına gelir) diyorlar! Eyvallah… Burada biraz sessiz düşünüyorum: “Yaw arkadaş benim nenem bi kelime öğretmişti bana, hani onu deyince kötü mılaketlerin (üç harfliler) alayı kaçıp gidiyordu, neydi sahiden de ‘o’?

Dedim ya, biz Aleviler getirip de devlete cümbüş hanelerimizi ibadethane diye pazarlayacaktık ki, maazallah hükümetimizin gözü-kulağı açık da, bu tür oyunlara prim vermiyor! Ahaa, zaten bir Alevi olarak ben de itiraf ettim, bütün üflemeli ve vurmalı çalgıları bir araya getirip, ibadet mi yapılırmış kardeşim! Zaten bu çalgılardan olsa olsa ‘kültür’ olur, din de neyin nesidir!

Bak bu kez de kardeşim ‘Yasin’ geldi: “Abe beni yine fişlemişler” diyor. Bu kez ne demişler peki? “Süfli alışkanlıkları vardır” diyorlar! Lan oğlum geçen ki fişlemede “yoktur” diyorlardı, sen süfli ne yaptın? “Abe süfli nedir, ben onu bile bilmiyorum ki, yapayım?” Susss, sen polisimize yalançi mi diyorsun? Var diyorlarsa vardır, rezil! Hem sen adından da mı utanmıyorsun? Anamız sana şerefli bir isim koymuş, sen o isme layık yaşamıyorsun, de kaybol gözümün önünden! Her sene 12 İmam oruçlarını tam tutuyorsun, ama el altından da süfli süfli şeyler yapıyorsun, yazık ki ne yazık!

Mazi içimizde bir yaraysa, ne diye kaşıyıp durmayalım ki!

Bu da mı oldu demeyin. “Hangi hayal gerçek olmuyor ki?” Kol kola girmiş bir şekilde yanıma yaklaşanlara bakın hele: Başbakan Tayyip Erdoğan ve Tuncer Kurtiz! Kurtiz Erdoğan’a “gel hele yegen, gel hele, şurada biraz oturalım da sana bir hikâye anlatayım” diyor. Buyur Tuncer abe, ayakta kalma lütfen. Çay içer misin? “İçerim valla. Sizin buranın çaycısı kim?” Çaycı Şakir, abe.  Şakirrr, oğlımmm herkese benden çay, Erdoğan’a çay yok ama! “Tamam yegen uzatma artık, ben burada Erdoğan’a bir hikaye anlatıp gideceğim” diyor Tuncer abi. Peki abi, söz sendedir!

 “Bak Erdoğan, rivayet odur ki Hassan Sabbah, Ömer Hayyam ve Melikşah aynı okulda okumuşlar. Birbirini de pek bir severlermiş. Bundan ötürü de söz vermişler birbirlerine, kim büyüyüp de büyük bir adam olursa diğerlerimize yardım edecek diye. Ama kader o ki, bu Hayyam’ı şarabın peşine düşürmüş. Hassan Sabbah’ı ise İslam’a düşman bir adam haline getirip, Alamut Kalesi’nde zararlı fikirler üretip, çala-çocuğun aklını çelen bir adam yapmış. Kader bu ya işte, Hayyam’a ve Hasan’a kapıları kapatırken, Melikşah’a da her ikisini birden açmış. O zamanın kapıları çift kanatlı olduğu için, Melikşah’ın içeri girmesi de böylelikle pek bir rahat olmuş. Anlayacağın adam, Selçuklulara sultan olmuş! Gel zaman git zaman, bu Hassan kafayı Melikşah’a takmasın mı? Demiş ‘biz birbirimize o kadar söz verdik ama şu Melikşah’ın yaptıklarına bak bir hele. Biz burada ser sefil yaşarken o gününü gün ediyor. Reva mıdır bu şimdi yani?’ Bu sözleri duyan ‘ihbarcılar’ hemen bir koşu Melikşah’a iletmişler. Çok kızmış Melikşah. ‘Olamaz demiş, olamaz. Benim kan kardeşim Hassan benim hakkımda nasıl böyle düşünür’ diye hayıflanmış. Bunun birde Nizamülmülk diye bir veziri varmış. Onun da geçmişte Hassan’la arasında vuku bulan bir kız meselesi olmasın mı! Fırsat bu fırsat deyip, fiştiklemiş Melikşah’ı. Demiş ‘Hassan’ın senin koltuğunda gözü var. Sen onu indirmezsen o seni indirecek!’ Melikşah ‘vezir bu, vardır mutlaka bir bildiği diye’ düşünüp, hemen oracıkta Hassan’ı öldürmeye karar kılmış. Böylece, Hassan Sabbah’ın kellesini getirmeleri için peşine adamlarını takmış.

Melikşah duyar da Hassan duymaz mı olanları! O zamanlar bu ihbarcılar iki taraflı çalışıyormuş. Hassan’dan aldığını Melikşah’a, Melikşah’dan aldığını da Hassan’a pazarlamışlar. Böylelikle Hassan ihbarcılara, ‘çocuklar iyi iş becerdiniz, alın şu parayı da gidip benim yerime de bir kelle-paça için’ demiş. Hassan öfkelenmiş ama öfkesini de pek bir belli etmemiş. O zamanlar öfke de sevgi gibi belli ettirilmeyen cinsten. Hassan, ‘madem Melikşah niyeti bozdu, biz de hem ona, hem de tarihe geçecek bir plan hazırlayalım ki, bir yandan Melikşah’a, diğer yandan da sonraki kuşaklara okullarda öğretilmek üzere bir ders olsun’ diye düşünmüş. İşte, ‘en iyi savunma saldırıdır’ ilkesi de böylece tarihin lügatindeki yerini almış.  Uzun lafın kısası, Melikşah’a hemen bir elçi göndermiş.

Elçi sultanın huzuruna gelerek, ‘size Hassan Sabbah’tan bir mesaj getirdim’ deyince, sultanın karşılığı ‘buyur, söyle’ şeklinde olmuş! Eee, o zamanlar Hassan Sabbah’ın elçisi olmak da kolay iş değil. Demem o ki, Hassan’ın elçilerini ‘elçiye zeval gelmez rahatlığıyla’ yola koyulan diğer ‘tırşıkçi’ elçilere benzetmemek icap eder. Öyle ki, bu elçilerin her biri, davaya gönülden bağlı olan ve davası uğruna da gözünü daldan budaktan esirgemeyen cinsten adamlarmış. Neyse, biz hikâyemize dönelim. Sultan’ın ‘buyur, söyle’ sözüne karşı, elçi etrafına dönüp bakınarak ‘bu kalabalıkta söyleyemem’ diye bir karşılık vermiş. Bunun üzerine sultan, kalabalığın dışarı çıkmasını emretmiş. Sultan elçiden, artık ne söylemesi gerekiyorsa söylemesini beklerken, elçi bu kez de ‘bu korumalarda olmaz, onlar da çıksın’ demesin mi! Sultanı iyiden iyi bir merak sarınca, orada bulunan korumaları da dışarı göndermiş. Sultan artık sıranın, elçinin mesajı söylemesine geldiğini düşünürken, elçi yeniden söze girmiş ve sultanın tahtının arkasında bulunan iki kölemen korumayı da göndermesini istemiş.

Aldı mı merakın yanında yerini bu kez de korku! Sultan dedikse o kadar da değil ama. Zaten elçinin bu cevabına karşı sultanın aklına da nedense hemen arkadaşı olan ‘Yusuf’ gelmiş. Tam içinden ‘Yusuf, Yusuf’ diyesi gelecekmiş ki, hemen lafı toparlayıp, ‘o olmaz işte, onları göndermem, onlar benim güvendiğim tek insanlardır, benim canım onlara emanettir, ne söyleyeceksen söyle, yoksa çık git’ diye elçiye çıkışmış. Buna karşın elçi, sultanın yanındaki kölemen korumalara dönerek, ‘şimdi size kılıçlarınızı çekip, sultanı öldürün desem, yapar mısınız?’ diye bir soru yöneltmiş. Bunun üzerine, her iki kölemen koruma da bir an olsun tereddüde düşmeden ‘emrin olur’ yönünde bir karşılık verince, elçi arkasını dönüp sultanın huzurunu terk etmiş! Böylece, Hassan Sabbah’ın mesajı da yerini bulmuş olup, sultan da onun peşine taktığı adamlarını geri çağırmış… ”

Tuncer abi sen şimdi bu hikayeyi ne diye anlattın? “Sana ne yegen, bırak ateş nerde yanıyorsa, dumanı da orası düşünsün ” cevabını veriyor. Sonra da Erdoğan’a dönüp, “sen, sen ol ki yegen, Melikşah’ın bu ibretlik halinden kendine ders çıkarmayı sakın ama sakın unutma! Bak Melikşah öldü gitti ama Hassan Sabbah’a öykünen ‘çakma Çin mallarının’ saltanatı hala devam ediyor” diye karşılık veriyor!

Hikayeyi dinleyen şeytan ve üç harflileri de utanmadan horul horul uyuyor! Aha da nenemin sözü geldi aklıma. Siz değil miydiniz ulan bana şu rüyayı zehreden, şimdi de benim rüyamda otel parası vermeden uyukluyorsunuz: Bısımlahi ya Hızır! Bu da yine, Dersim’in ‘dağlı Türklerinin’ inancına göre üç harflileri başından def etmek için insanların getirmiş olduğu bir salâvattır. Ekşi Sözlük yazarı arkadaşlardan ricam, bunu bir şekilde ‘şey’ etmeleridir.

Bir de sayın Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu’ndan bir ricam olacak. Roboski Katliamı’nın 28 Aralık’taki 2. Yıl dönümünde ‘melekler üzerine’ bir program ‘daha’ yaparsa çok memnun olurum. Malum, hem milleti artık dünyevi âlem kesmiyor, hem de şu vicdanımızda kanat çırpıp duran 34 melek toprağında bir türlü rahat uyumuyor!

Yalçın ÇAKMAK

Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi

[email protected]