Dünyanın her yerinde olduğu gibi, tiksindirici apoletleriyle siyasetin orta yerine kazık çakan askerî elitin, şimdi de Mısır’da boy gösterdiği heyhat bir durumla karşı karşıyayız.  Türkiye’nin darbe karşısındaki tutumununsa bir kısmı hariç tutulmak şartıyla meseleye objektif yaklaşmaktan yoksun, içerideki kutuplaştırıcı atmosferden beslenen ideolojik yorumsamalar ile yüklü olduğu söylenebilir. Sözün kısası, nereye bakıldığından ziyade, hangi değer yargılarıyla ve nasıl bakıldığı gibi bir anlamlar dünyasının içerisindeyiz.

 

Bu bağlamda özellikle de muktedirlerin, içerideki her türlü olayı başa dönen bir ‘dış mihrak’ makarasıyla ifade ettiği ‘politik dehalıkları’ şimdi bizzat kendilerinin de farklı bir ülkenin iç meselesine karışıp, bu mihraklardan medet umar hâle geldiklerini göstermekte. Zamanca, Mısır’da ayaklanan halkın baharından rol devşiren AKP, şimdi de Musri’nin mağlubiyetinden ne yağ çıkaracağının hesabını gütmekte. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Mısır’daki darbeyi ‘28 Şubat’  ile benzeştirmesi de böyle bir arayışın tezahürüydü. AKP’nin buradaki amacı, meseleyi ‘Türkiye darbeler karnavalından’ usanmış halka karşı kullanıp, Gezi olayları nedeniyle sorgulanmaya başlanan gerçek yüzünü gölgelemektir. İktidar partisi, bir yandan darbeye karşı ayaklanan Mısır halkına demokrasi güzellemeleri düzerken; diğer yanda Gezi’deki tepkilere kulaklarını tıkamakla da kalmayıp, her ağzı açıldığında buraya suizanla yaklaşmayı da elden bırakmamaktadır. Diktatörlüğü üniformadan, demokrasiyi de sandıktan ibaret görenlerin yakalanacağı akıl tutulması bu olsa gerek. Üstüne üstlük, kendi tarihlerindeki darbe destekçiliğini görmezden gelmeleri de cabası!

 

 

Çapulcu muhalefeti

 

Hatırlayanlarımız bilir, Başbakan Erdoğan aylar önce katıldığı bir televizyon programında gazeteciler tarafından yöneltilen bir soruyu şöyle cevaplamıştı: “Eğer gündemi ben belirleyemezsem başbakan olamam. Bu tür tartışmaların zamanlamasını ben belirliyorum. Bazen arkadaşlarımızın bile haberi olmuyor.” Bu sözlerinde haksız da sayılmazdı. Çünkü karşısında, bırakınız güçlü bir muhalefetin olmasını, onların reflekslerini dahi yönlendirebilen bir iktidar hüneri sergiliyor(du). Gezi olayları ve hemen arkasından patlak veren Mısır hadisesine kadar da bu böyle sürüp gitmekteydi.

 

Etkileri hâlâ devam eden bu gelişmelerden sonra, Başbakan’ın gündem belirlemeye yönelik meziyeti de birdenbire tepetaklak oldu. Diğer türlü bir ifadeyle, Başbakan gündemi belirleyeceğine gündem Başbakan’ı belirlemek için ipleri eline aldı. Erdoğan’ın tahammül sınırlarını zorlayıp gittikçe hırçınlaşmasına neden olan da, iddia edildiği gibi şeker hastalığı değilse, tamamen bu gündemi belirleyememe aczidir. Onun mantığıyla konuşursak, artık gündemi belirleyemeyen ‘başarısız bir başbakan’ tarafından yönetildiğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Bu başarının sorumluluğu da, grand tuvalet muhaliflerden ziyade, baş olması bir türlü hazmedilemeyen ayak takımına ait: Nam-ı diğer, çapulcular. Öyle ki, parlamentonun süslü muhalifleri bile, dibe çakıldıkları anda adeta imdatlarına yetişen bu hava yastıklarına sarılmayı hâlâ elden bırakmış değil.

 

 

Ulusalcılığın çıkmazı

 

AKP yakın bir döneme kadar, Ortadoğu’daki gelişmelere müdahil olma (hamiliğe soyunma) eksenli geliştirdiği siyasetiyle büyük bir devlet imajı oluşturmaya çalışıyordu. Aynı şekilde bu durumu, iç siyasetteki varlığını güçlendirecek bir araç olarak da kullanmaktaydı. Suriye’deki tökezleme ve hemen akabinde Mısır’daki darbenin yarattığı şok etkisine değin de bu böyle sürüp gitmekteydi. Meydana gelen son gelişmeler, AKP’nin siyasal öngörülerinin tartışılmasına yol açmakla birlikte buradan devşirdiği taşıma suyla siyaset yapamayacağını da göstermiş oldu. Netice olarak da AKP’de, Ortadoğu’daki baharın tilki kaderi misali dönüp dolaşıp yine aynı yere varmasının yarattığı bir düş kırıklığı hâkim diyebiliriz. Nasrettin Hoca’nın “kazanın doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne neden inanmıyorsun” fıkrası tam da bugünler içinmiş!

 

Amma velakin karşısında hâlâ güçlü bir muhalefet bloku olmadığı için, bu krizden de az bir zayiatla sıyrılmanın avantajlarına sahip. Ana muhalefet partisinin bu konudaki tutarsızlığı iktidar partisi için tepside sunulmuş bir nimet gibi. En son, Birgül Ayman Güler ve bazı CHP’lilerin Mısır’daki darbenin desteklenmesine dair yaptığı açıklamalar, AKP için ‘kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz’ misallik bir koz malzemesi oldu. Zira bir yanda darbeyi kınayan CHP Genel Başkanı, diğerindeyse desteklenmesi gerektiğini ifade eden partisinin milletvekilleri var.  CHP’nin buradaki tutumsuzluğundan ötürü, kafalarda bazı soru işaretleri de oluşmadı değil: CHP gerçekten de darbelere karşı mıdır? Ya da, CHP’nin darbe karşıtlığının nerede başlayıp nerede bittiğinin kıstası nedir?

 

Bunlardan öte bir diğer tartışma konusuysa, Güler ve benzeri ulusalcıların genel başkanlarına rağmen yaptıkları bu çıkışlarının, AKP’ye karşı muhalefet etmekten ziyade, Kılıçdaroğlu’nun elini siyaseten zayıflatıp, onu parti başkanlığından alaşağı etmeye yönelik bir hamle olduğu şüphesidir. Daha doğrusu, CHP’nin en dip ulusalcılarının güçlü bir Kılıçdaroğlu faktörü karşısında parti içinde tutunamayacakları ve beraberinde tasfiyeye uğrayacaklarına dair korkularının bu yönde hareket etmelerine neden olduğu düşünülmekte.

 

 

Kupür siyaseti

 

Başbakan Erdoğan’ın CHP’ye karşı siyaset yaparken kullandığı araçlardan biri de, arşivlerden çıkardığı gazete kupürlerini, grup toplantılarında büyük bir hünerlerle sergilemesidir. İddialarını belgelere dayandırarak konuşmayı hüner bilen Erdoğan’ın, mensubu bulunduğu geleneğin de geçmişte ne manşetler attığından acaba haberi var mıdır?

 

Konuyla ilgili, Mazlum-Der eski başkanı Ayhan Bilgen tarafından kaleme alınan “Darbeye karşı olmak” başlıklı yazıda, AKP ve onun yan sanayii hâline gelen birçok muhafazakâr demokratın ikiyüzlülüğü çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktaydı. Özellikle de, “Kendi ülkesinde seçilmiş belediye başkanları elleri kelepçeli tutuklanırken hiçbir tepki göstermeyen muhafazakâr demokratlarımız, Mısır’da aynı manzaraya şahit olunca tüyleri diken diken olmuş, insanlıklarından utanmışlar” ibaresiyle, “Türkiye muhafazakârlarının birkaç gurubunu istisna tutarsanız, 12 Mart’ta muhtıraya, 12 Eylül’de darbeye alkış tutan makaleler kaleme aldıklarını, dergilerinde, orduya övgü dolu kapaklar, gazetelerinde, muhaliflerin başının görüldüğü yerde ezilmesi gerektiğine dair manşetler attığı” ifadesi, sahte yere fokurdayan bu muhafazakâr kazanın üstüne oturmuş, kapak değerindeki tarihsel gerçekliklere işaret etmektedir. Demek ki, bugün hâlâ birilerinin kendi tarihlerine rağmen dünyaya gururla bakmaktan anladığı şey de böyle oluyormuş!

Yalçın ÇAKMAK