“Allah insana günah işleme özgürlüğü vermiştir. 17 Aralık’ın hiç felsefi boyutu konuşulmadı. Günah işleyip tövbe edecek kul yarattım diyor Allah. Siz insanların günah işleme özgürlüğüne müdahale ediyorsunuz. İnsanların eksiklikleri üzerinden bunu siyasi darbe girişimi olarak kullanmaya kalktığınızda aslında Allah’ın hududuna müdahale ediyorsunuz. Bu bireyin günah işleme özgürlüğüne, hayır sen günah işleyemezsin baskısıdır. Böyle bir rol kimseye yok.” (Radikal, 6 Mart 2014).

 

 

Yanlış anlaşılmasın lütfen, yukarıdaki epigraf Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinden bir alıntı değil! Bu sözler, ‘engin bilgilere sahip’ AKP milletvekili Metin Külünk’ün, Marx’ın, ‘ayakları havadaki Hegel diyalektiğini ters-düz edip, ayakları üstüne oturtmasına’ nazire edercesine İslam fıkıh, kelam ve tefsirine dair geliştirmiş olduğu ‘deruni bir akıl yürütmenin’ geldiği son raddeye ışık tutuyor. Hâl böyle olunca da kendisi, kıraat ehli okuryazar taifenin aklına ister istemez, Freud’un “serbest çağrışım” tekniğini düşürmüyor değil. Böyle bir interdisipliner (disiplinler arası) yaklaşıma vesile olduğu için Külünk’e ne kadar ‘minnet’ ve ‘şükran’ duysak azdır!

 

 

Hazır söz “serbest çağrışımdan” açılmışken, gelin isterseniz elbirliğiyle (acaba beyin birlikteliği dememiz daha mı uygun olur, bilemedim şimdi) bilinçlerin derinliklerindeki “beyin suyunu” gün yüzüne çıkarmak için biraz çabalayalım. Hem, yağış azlığından ötürü kuraklığın kapıda olduğu söylenen gelecek günler için ne kadar çok su temin etsek, o kadar iyi değil mi? Gördüğünüz gibi, yavaş yavaş sosyal bilimlerden meteoroloji ve jeoloji gibi fen bilimlerine giriş yapmaya başladık (Bakınız inter, ünter, günter disiplinlere...).

 

 

Malumunuz,  bütün bunları, 17 Aralık ve sonrasında coşkun bir sel gibi piyasaya sürülen ‘single çalışmalarına’ borçluyuz. ‘Şarkıcılar’ ve ‘müzik firmasının’ büyük emekleriyle hazırlanan ‘Bu Ses Türkiye’ yarışmasının, teknolojinin geçirdiği tarihî silsileye uygun olarak, yakında görüntülü yayına geçeceği de konuşulanlar arasında. Bu nedenle, sözkonusu çalışmalarda emeği geçen herkese, gecikmiş de olsa, huzurunuzda bir ‘teşekkürü borç bilirim’. En çok da, bir zamanlar Gülen’e “Denizleri aş da gel kurbanın olam” diyerek izzet i ikramda sınır tanımayan ve yavaş yavaş “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeliymiş”ten; “Her gün başka başka konu, ne başı var ne de sonu, söyle gerçek sevgi bu mu? Yaptığına şantaj denir, böyle aşka montaj denir”e uzanan, ‘büyük nefretler aşklarla başlar’ başlıklı bir çalışmaya imza attığı için, Erdoğan’a teşekkür ederim.

 

 

 

 

KEFARETİN GÜNAHI

 

 

Neyse ‘suyun’ mecrasını değiştirmeyelim. Ama kabahat bende değil, tamamen “serbest çağrışımdadır”, bilesiniz. Evet, biz Külünk, o da bize “günah işleme özgürlüğü” demişti. Söz günahtan açılınca, Kazancakis’ten söz etmemek olmaz. Yazarın “Günaha Son Çağrı” romanını okuyanlar, burada Hz. İsa’nın İncil’deki anlatımdan farklı bir şekilde karakterize edildiğini iyi bilir. Eserde, İncil’den farklı olarak; insani özellikleri resmedilerek anlatılan İsa’nın, çarmıha gerilirken, melek kılığına girmiş Şeytan tarafından ‘acılarının artık son bulduğu’ yalanıyla kandırılıp, çarmıhtan indirilmesi ve yaşamının ilerleyen yıllarında bir aile kurup, çocuk sahibi olması konu edilir. Ve gün gelip de İsa yatağında ölümü beklerken, zamanında, kendisini ihbar etmesi için yalvardığı havarisi Yahuda ona dönerek, “Hain, senin yerin çarmıhtı. Seni oraya tanrı yerleştirdi o çarmıhta ölmeliydin” diyerek İsa’ya olan öfkesini dile getirir (Konuyu merak edenler, gerek kitaba gerekse The Last Temptation of Christ filmine bakabilir).

 

 

Bütün bunları niye anlattığıma gelince! Bunu burada uzun uzadıya ifade etmem ne yazık ki mümkün değil. Ama benim “serbest çağrışımım” Kazancakis’in İsa’sı, ona isyan eden Yahuda’sı ve bütün bunlara rağmen Yahuda’ya kızan diğer havarileriyle; günümüzün AKP’si, kadroları ve ona destek sunan toplumsal tabanı arasında benzeri bir ilişki kurmakta. Tek cümle ile ifade edecek olursam, o da, “Mesih iddiası ile arz-ı endam edip, kirlenmeye karşı olduğunu söyleyenlerin, bizatihi kendilerinin kirlendikleri ve bu kirliliklerini haklılaştırmak uğruna da Tanrı’yı buna ortak kıldıklarıdır.” Biliyorum ki, şimdi ben buna ‘şirk’desem, Külünk’ün başını çektiği ‘AKP uleması’, tiz elden beni ‘17 Aralık’ın felsefesini’ anlamaya davet edecek. Devletin sıradan bir vatandaşı olmakla, AKP vatandaşı olmak arasındaki fark da böyle bir şey olsa gerek. Felsefe der ‘lafa’ itibar etmezler, icraat der kendi yapıp ettiklerine bakmazlar. Oysaki o keşfettikleri 17 Aralık felsefesi ve sonrasını doğuran da bunların laflarıyla, yapıp ettikleri değil miydi?

 

 

Garip olan şu ki, şimdi de halka “lafa değil, icraata bakın” diyorlar. Bu sloganın kendisi bile, bu ülkenin insanlarını aşağılamak için bir itiraf niteliğinde: “Biz çaldık ama sizin ağzınıza bir parmak bal çalmayı da ihmal etmedik! Hakkınız olanları da babamızın hayrına vermedik ya, bir bedeli vardı ve o bedeli de sizin kursaklarınızdan söke söke aldık!” Var mı daha ötesi, tabii anlayana...

 

 

İşte bu pişkinliktendir ki, birileri hâlâ utanmadan “Ben melanet hırkasını kendi giydim eğnime, ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne” demeye getiriyor. Ama hatırlatırız; sizin felsefenizin, o ar ve namustan ziyade, vaktiyle içine girdiğiniz şişenin cini olmakla sıkı bir ilişkisi sözkonusu. İtibarınızı inkâr etmeye ne hacet! Birileri cin olmadan milleti çarparken, siz cinlere de şapka çıkartacak bir meziyete imza attınız. Tek kusurunuz, günü geldiğinde o şişeyi taşa çalıp, ellerinde Haydarlarla sizi bekleyenlerin bilinçaltlarını görememeniz!’

 

[email protected]