Kürtler’in “Dersim” olarak isimlendirdiği, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Tunceli-Pülümür’ün bir dağ köyündeyim. Misafir olduğum evden etrafıma baktığımda, yabani doğanın yüceliği, vahşiliği ve canlılığı karşısında hayranlık, şaşkınlık içinde benliğim sarsılıyor. Hiçbir fotoğraf karesi bu ihtişamı ve bu duyguları anlatamaz. Bir tepenin üstündeki evde yaşayan Hatay Hala’nın köyü yakılmış ve boşaltılmış. 60 yaşındaki Hala ailesiyle Bursa’ya göç etmiş, yapamamış geri dönmüşler. “Buraların havası, kokusu başka, burada mutluyuz” diyor Hala. Yakılan köylerinin aşağısında bir ev yapmışlar yeğeni ve oğlu ile birlikte. 20 yaşında eşini kaybeden Hatay Hanım, hem oğlunu hem de yeğenini büyütmüş. Arıcılık yapıyorlar. Bir de kendilerine yetecek kadar bahçeleri var ekip biçtikleri. Zaten yapacak başka da bir şey kalmamış bu dağlarda. Eskiden ceviz ağaçları varmış, kuru-tul-muşlar. Kendi yaptığı ekmeği, yağ ve peynirle bize ikram ederken, tavukları kavga ediyor Hala’nın. Koyu renkli ve dominant karakterli olduğu belli olan ve açık renkli diğer tavuğu epey hırpalayan tavuğuna “çekil oradan faşist”, “rahat bırak hayvanı Kenan Evren ruhlu” diye bağırmakta… Döven tavuğuna kızsa da, farklı karakterlerdeki çocuklarını korumaya almış bir ana gibi… Bu büyülü ortamda kuzinenin üzerinde demlenen çaylarımızı yudumlarken, Hatay Hanım’a “devletten ne bekliyorsun?” diye soruyorum.  “hayvancılık yapabilmemiz için destek” diyor.

Hatay Hanım’ın boşaltılan köyüne gidiyoruz. Sonradan yapılmış 3-5 evde yaz tatiline gelmiş akrabaları var. İnsana ne kadar küçük olduğunu hissettiren dağların arasında, çekirge ve kuş seslerinin doldurduğu evin bahçesinde, buz gibi karpuzumuzu yerken, bu topraklarda yaşadıkları özlem yüklü anılarını dinliyoruz. Gitmek zorunda kaldıkları büyük şehirlere dönecekleri için hüzünlüler. Ayrılırken “Ankara’ya bekliyoruz” deyip kucaklaşıyoruz. Aralarında kürtçe konuşan kadınlardan biri “Ankara bizi sevmez” diyor…

            Hıverağa Tuzlasını ve Akkoyunlu mezar taşlarını gezerken, Kutu Dere plajında ayaklarım buz gibi Pülümür çayının içinde donarken, Pancilas Lokantasında “babuko” yerken; “Ankara bizi sevmez” sözü dönüp duruyor aklımın derin köşelerinde… Boğazıma diziliyor “babuko”…

 

BUNGALOVLAR ve HİPOKRAT YEMİNİ

            Tunceli, Cem Evinin önündeki araba ve insan kalabalığının arasından geçen iki büyük tank ile karşılıyor şehre gelenleri. Şehrin sevilen bir insanı ölmüş, cenaze hem sevenleriyle ve hem de tanklarla yolcu ediliyor... Munzur deresi ise, “bu coğrafyanın acılarını alıp götüremedim” der gibi hüzünlü akıyor…

            Zirveleri bulutların arasına gizlenmiş karlı dağlar ile meşe ve kavak ağaçlarıyla bezeli Munzur vadisi milli parkından sonra, Ovacıkta Munzur deresinin kenarındaki bungalovlarda buluyorum kendimi. Karşımızda asaletli görkemiyle Munzur dağları, arkamızda Munzur çayı akıyor. Dinlediğim hikayelerin etkisinde, Munzur, zaman zaman hüzünlü, zaman zaman da öfkeli akıyor gibi geliyor hep... Akşam kırmızı benekli alabalıklarımızı yerken, Bungalovların sahibi, siyasi nedenlerle yurt dışına gittiğini, Munzur’un hasretine dayanamadığını, toprağına döndüğünü ve yatırım yaptığını anlatıyor. Odun ateşinde semaver çayımızı yudumlarken, “Geçmişte üç-dört kontrol noktasından geçerek gelirdik Ovacığa” diye devam ediyor. Karşımda bir genç Türkçe ve Kürtçe “devrimci” türküler söylüyor. O da siyasi sebeplerle üniversiteden atılmış. Doğduğu yer “Tunceli” olan herkesin “potansiyel suçlu” olarak görüldüğünü söylüyor. Gruptan bir arkadaşım sazı eline alıyor, her yöreden, her kültürden çalıyor, içimiz coşuyor. Yanan ateşin etrafında oturanlara bakıyorum; “hangimiz doğduğumuz yeri seçebiliyoruz ki” diyorum, usulca… Aynı soruyu, kendisini Kürt olarak tanımlayan, siyasi sebeplerle okulunu bırakmak zorunda kalan, Kürtlere hizmet etmek istediğini söyleyen tıp fakültesi son sınıf öğrencisi, gözleriyle gülen güzel Kürt kadınına da soruyorum… “insanlık” temelinde buluşsak diyorum. Tıpkı Hipokrat yemininde olduğu gibi; din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimizle vicdanımız arasına girmesine izin vermesek…

 

HAYDAR, DAYI VE CEVİZLİDERE

            Ovacık aşığı, karakaşlı, kara gözlü rehberimiz Haydar ile Mercan vadisinin heybetli tepelerini, derin vadilerini dolaşırken doğanın büyüleyici ortamında kendimi kaybediyorum. “Munzur Senfonisi’ni çalan huş, kavak ve meşe ağaçlarının büyüsü içindeyken Haydar’ın “Abla IŞİD gelmiş buralara, bizi kesecekmiş, tek suçumuz Alevi olmak mı?” sözüyle yaşamın acımasızlığına dönüyorum. Sözcükler boğazıma kitleniyor… Kendi seçmediği bir ailenin kültürünü, inancını taşımanın korkusunu yaşayan Haydar’a, “insan olmanın dayanılmaz hafifliği” diyorum usulca… Haydar duymuyor… Ah Haydar, doğduğumuz yer, doğduğumuz tarih (zaman), doğduğumuz aile, içine doğduğumuz toplum,  çevre ve hatta karakterimiz bizim hayata başlarken seçemediklerimiz. Toplumları, bireyleri sırf dilinden, dininden, teninden, etnik kimliğinden, inanışlarından, cinsiyetinden, ideolojisinden, veya siyasi görüşlerinden dolayı öldüren tek canlı “insan”… Maalesef Haydar, çok utanıyorum, ama böyle… 

             Cevizlidere köyünde Haydar’ın dayısını ağaçların altında buluyoruz. Muhtarlık yapmış olan dayı, “Ağaçlarla konuşuyordum, konuşmazsam küserler, kururlar” diyor. Kalekol manzaralı yerinde bize çay, ekmek, yağ ve peynir ikram ediyorlar. 12 Eylül’de hapse giren Dayı’nın sağ eli ve bacağı gördüğü işkenceden titriyor. Tuncelili olup da içeri düşmeyen yok diyor. “Biri silahıyla gelip gece yarısı dağlarda “öncülük” yaptırır, öbürü silahıyla gelir “açız, yemek ver der” diye sözüne devam ediyor. Seksenli yıllarda yardım ve yataklık yaptıkları gerekçesiyle Ovacıkta meydanında dövüldüklerini, 1994’de 70 hanelik köylerinin 10 dakika içinde yakıldığını, zamanın başbakanına dilekçe yazarak suçlarının ne olduğunu sorduklarını anlatıyor. “Silahlıyla külahlıya güven olmaz” diyen Başbakan, terör mağduru olanlara 20 bin lira verileceğini, şu anda hayvan ahırı olarak kullanılan prefabrik evlerde yaşamalarını istediklerini söylüyor.

            Evleriyle birlikte yürekleri de yanmış ve güvenlik nedeniyle göçe zorlanmış Muhtar Dayı ve ailesinin çözüm sürecine inancı yok. Süreci "geçici barış" olarak görüyorlar. Boşaltılan köylere dönüş resmi olarak 2001’de başlamış ama dönen yok. Güvenlik kaygısı hala bir sorun olarak devam ediyor. 

Muhtar Dayı’dan ayrılıp, suyun dağlardan ilk çıktığı Munzur gözelerinde yitip giderken aklıma yıllar önce okuduğum “Şeker Portakalı” kitabı ve Zeze geliyor. Zeze’nin ailesi çok fakir olduğundan taşınmak zorunda kalırlar. Bu durum Zeze’ye çok acı verir. Acısını azaltmak içinde Zeze’den bir şeker portakalı fidanı seçmesi isterler.  Zeze bir tane şeker portakalı fidanı seçer ve o ağaç Zeze’nin olur. Ağaç Zeze ile konuşmaktadır. Arkadaş olurlar ve Zeze tüm duygularını şeker portakalı fidanına anlatmaya başlar. Tıpkı, evlerinden, doğup büyüdükleri yerlerden gitmek zorunda kaldıkları için acı duyan Muhtar Dayının ağaçlarıyla konuşması gibi…

             Tarihi, kültürü, dağlarından fışkıran gözeleri, endemik bitki ve hayvanları kucağında taşıyan Munzur Vadisi, 1971’de Ulusal Park ilan edilerek koruma altına alınıyor. Ancak, ağaçlar, kuşlar, nehirler, vadiler, dağlar, tarihi ve kültürel değerler “barış” olmadığı sürece anlamını bulmuyor.

            Zamanın ve mekânın önemini kaybettiği, sonsuz, vahşi ama bir o kadar özgürleştirici dağların arasındaki insanlık manzaraları, “Munzur Konuşur Dinle” şiirindeki dizelere götürüyor insanı;           

bu sahipsizlik, bu boynu büküklük niye

bilirim damarından akar dermanın

sırtında doğan güneş toprağa yayılır

açmak için yüzleri sığınırlar sana

dirilir gülümseyen çiçekte

 

üzerinde nice acılar, seviler doğmuş

anlatılamayan, nice aşklar birikmiş içinde

tutacak bir ele, sıcak bir merhabaya

kendini verir ayrılıklar

ve arkasından damlayan gözyaşlarında

tutulur sürgüne uzanan yollar

                                                                                                                                             Ercan Cengiz

“İNSANLIK” TEMELİNDE BARIŞ HAYAL Mİ?

            4.5 milyar yıllık bir geçmişi olan dünyamızın,  iki milyon yıllık evrim döngüsündeki “insan” ın türdeşleriyle ve doğa ile savaşı şekil değiştirerek devam ediyor. Acılarla ve ölümlerle, sessizce ağlayan yüreklerle…

            Çiçeklerle dolu bir bahçe hayal edin, içinde farklı renklerden ve türlerden binlerce çiçek olsun. Bu farklı çiçekler bir arada yaşamayı başarırken, zekâsıyla öğünen “Homo sapiens” türünün iktidarları, Hatun Halayı, Muhtar Dayıyı, Rehber Haydar’ı bahçesinden temizlenmesi gereken zararlı ot olarak görüyor. Oysa bahçenin “bizim”, çiçeklerin “bizden” olup olmamasının ne önemi var. Ne bir toplum, ne de bir ulus yeryüzünün sahibi değil ki... Sadece yararlanma hakları (!) var…

            J. Habermas’ın da dediği gibi, etnik kimlik” ve “etnik kültür” söz konusu olduğunda, “belki de ulus-devlet kendini aşmalı ve kahramanca, uluslar-üstü düzeyde bireylerinin medeni haklarını kullanma kapasitesini yapılandırmak için girişimlerde bulunmalıdır.”  Evet, bulunmalıdır ancak, “insanlığı daha ileriye taşıma”, “laik”, “demokratik” ve “eşitlikçi” bir anlayış iddiası taşımış ve bu temel üzerinde yükselen ulus-devletler, siyasal iktidarı ele geçiren burjuvazi ve kapitalist sınıflar ile iş tutmaya devam ettiği sürece, iktidarlar, yeryüzü bahçesinde kendisine uygun çiçekler üretmeye devam edecekler…

            200 bin yıllık bir geçmişi olan “Homo sapiens” türü, zekâsıyla öğünmeyi, yok edilmek istenen insanlık değerlerine sahip çıktığı oranda hak edecektir. Gelecek kuşaklara bırakacağımız en önemli miraslardan biri budur.

            “İnsan, Biyolojik Anayasası Gereği, Birbirini Yok Etmeye Ya Da Kendi Yarattığı İnsafsız Bir Yazgının Kurbanı Olmaya Mahkûm Edilmiş Değildir”. Albert Einstein

GÜLCAN ÇELEBİOĞLU

TEMMUZ - 2015