daha sonraları Çin Budda’sının, Tao’sunun geleceğe ışık tutan hakikat dolu düsturlarını kendisine örnek almış ve yer küremizde medeniyet,  gelişme yolunda mesafe kat etmiştir. Belki bu gizemli yol göstericilerin tarihi bugün itibariyle bilebildiğimiz insanlık tarihinden daha eskidir. Ezoterik kitaplarda anlatılan tarihi olaylara bakacak olursak, bize benzer insanların hayatlarının başlangıcı son arkeolojik çalışmalar ışığında söyleyecek olursak günümüzden tam 160.000 yıl öncesine uzanmaktadır. Zaman ilerledikçe, bilim ve arkeolojik çalışmalar gelişmeler kaydettikçe bu zaman dilimi belki de daha da ilerilere uzanacaktır. Oysaki insanlık tarihiyle ilgili elimizdeki bilgiler daha çok yakın tarihimizi içine alır. Çok zorlasak dahi 10.000 yılı geçemeyiz. Eğer bizler arkeolojik kazılar vasıtasıyla geçmiş insanlık tarihinde adı geçen Mu, Mısır, Uygur, Atlantis, Babil medeniyetlerine ait bilgilere ulaşırsak işte o zaman yeryüzü insanlığını bir araya getirebilecek daha fazla argümanları ortaya koyabiliriz. Hattı zatında elimizdeki bilgilere dayanarak insanlığın geleceğine ait ortak argümanları dillendirebiliriz. Tabiî ki bu uzlaşı maddelerinin insanlık tarafından kabul görmesi şartı vardır. İşte o zaman “Evrenin Ruhu”ndan insanlığa gönderilen farklı zamanlara ait menbaların aynı mesajlarla dolu olduğunu anlarız. Böylece birbirimizi yiyen, boğazlayan vahşi hislerimizin önüne geçebiliriz.

                Günümüz medeni insanının en büyük çıkmazı bizzat kendi cinsi tarafından uygulanan aşırı ve kabul edilemez şiddettir. Çok zeminde bu şiddetin dozu ateşli silahlar vasıtasıyla cana kastetmektedir. Şiddeti dünyanın neresindeki bir insan diğer bir insana uygularsa uygulasın bunun kabul edilir hiçbir mantığı ve tarafı yoktur. Öyleyse bize düşen, insanları şiddete götüren unsurların ortaya çıkarılarak bu unsurların yine ortadan kaldırılması için konsensus oluşturma zorunluluğudur. Bunun için en baştan insanın insan olarak değerli bir varlık olduğu kabul edilmelidir. Rengine, diline, ırkına, maddi imkanlarına bakılmaksızın tüm insanların yaşam hakkının olduğu, dünya nimetlerinden yararlanma hakkının olduğu kabul edilmelidir. Kaldı ki dünyaya gelen hiç kimsenin kendi anne-babasını, dilini, ırkını, yaşayacağı coğrafyayı seçme şansı yoktur. Ancak dünyaya geldikten ve belli bir yaşa ulaştıktan sonra yaşayacağı coğrafyayı değiştirebilir veya farklı ideolojileri takip edebilir. Bunu yapabilmesi içinde yaşadığı toplumun önyargıların kıracak kadar bilinçli ve sağlam iradeli olması gerekir.

                Bizler,  tüm insanlar olarak dinlerin, ideolojilerin, farklı dünya zenginliklerinin insan olma unsurundan sonra geldiğinin farkında olmak durumundayız. Eğer bunu böyle kabul etmez, diğer unsurları insan olma unsurundan öncelersek o zaman günümüz dünyasında olduğu gibi kendimizi bir çok çıkmazların içerisinde buluruz. İdeolojilerimiz bizim önceliğimiz olur, artık her şeye onun penceresiyle bakarız. Planlarımızı yaparken ana etken ideoloji olur. Yatarken kalkarken, çalışırken, dostluklarımızı kurarken hep bu unsur belirleyici olur. Sanki ideoloji için yaşarız. Aynı belirleyicilik din için de geçerlidir. Eğer dinin insanı yüceltmek, kemale erdirmek, Yüce Yaratıcıya yaklaştırmak, dünya hayatını düzene koymak unsurlarını ve belirleyici özelliklerini ön planda tutmazsak o zaman din insanları bölen, parçalayan, onları birbirine düşman gösteren, şahsi özelliklerini ön plana çıkaran, kendilerini diğer insanlardan üstün hale getiren, dünya nimetlerinde daha fazla yararlanma imkanı veren bir ayrıcalık haline gelecektir. Ve her din sahibi kendi dininin özelliklerini anlatırken ya da yüceltirken sanki şiddete başvurmak en tabii hakkıymış gibi çekinmeden şiddete başvuracak adeta din, sahibinin keskin kılıcı haline gelecektir. Oysa hemen hemen tüm dinlerin bir ilahi boyutunun olduğunu aklına bile getirmeyecektir. Tüm insanların din seçmede ve onu yaşamada hür oldukları aklının ucundan bile geçmeyecektir. Hatta din seçiminde ve ibadetlerin yerine getirilmesinde makbul olanın hür iradeyle yapılan seçim olduğu hakikatı görmezden gelinecektir. Yüce Tanrı’nın istediği takdirde tüm insanların iman etmelerinin an meselesi olduğu kolaylığı es geçilecektir. Bütün bunlar bizlere, yani hür aklıyla olayları yorumlayabilen şuur sahibi insanlara seçim hakkı tanımaktadır. Yaptığımız seçimin getirileri ve götürüleri de elbette olacaktır. Bunlar hür irademizle yaptığımız seçimin neticeleri olacaktır. İnsan kendisine verilen araştırma, yeni bir şeyler icat etme, kurgulama melekelerini maalesef hep hemcinsini ezmede,  yok etmede kullanmayı denemiş, bu sebeple de yaratılmasının üzerinden yüz binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen hala evreni tanıma, varlığı tanıma ve onu kullanma adına çok ciddi mesafe kat etmiş değildir. Oysa akli melekelerle donatılmış insanın gündeminde ta ilk anlardan itibaren evreni keşfetme, evrende iletişime geçebileceği varlıkları araştırma olsaydı bugün belki de durumumuz çok farklı olabilirdi. Yine insanlık yaratıldığı ilk günden itibaren yaratılma sebebini tam göremedi. Hislerinin esiri ve oyuncağı durumuna düştü. Oysa insanlık kendisine verilen akıl ve kurgulama yeteneğini kullanarak çok daha erken dönemlerde çok daha ileri teknolojilere ve evrensel başarılara ulaşabilirdi. Bunların olamamasına sebep olan medeniyet kesintileri; tufanlar, depremler, çölleşmeler, toplu ölümler v.b. olabilir. Ancak bütün bunlara rağmen insan akli melekelerini yoğunlaştırarak eski bilgilerini koruyabilir ve kendisinden sonra gelen nesle aktarabilirdi. Maalesef ciddi kabul edilecek bir bilgi aktarımını on binli yıllar öncesine ait birikimi göremiyoruz.  Tabii ki bunların hepsi olasılık ve öngörü. Ve yine beni burada üzen asıl problemin her türlü kesintiye rağmen, elimize geçen bilgi ve kültür kırıntılarının çok iyi korunarak, araştırılarak, üzerlerine bir şeyler ekleme imkanının tam değerlendirilmemesidir. Ve yine bu geçmişe ait bilgilerin görmezden gelinmemesi yetmezmiş gibi, çok büyük kabiliyetlerle donatılan insanın bu kabiliyetlerini yerli yerinde kullanamaması, tüm derdinin hemcinsini yok etme üzerine kurgulanmış olması. Böyle hareket etmesini ise şu şekildeki çok basit sebeplere bağlaması, cümleden; benim gibi düşünmüyor, benim gibi inanmıyor, benim gibi yaşamıyor, benim gibi giyinmiyor safsataları. Neden senin gibi düşünsün? Neden senin gibi inansın? Sonra sen en mükemmel düşündüğünü nereden biliyorsun? Yarın senden daha güçlü birisi çıkacak ve senin düşüncelerini çöpe atacaktır, o zaman ne diyeceksin?  Öyleyse kendimizi dünyanın merkezinde olduğumuz hastalığından vazgeçerek tüm insanların en az benim kadar düşünme, benim kadar yaşama, benim kadar inanma haklarının olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Bu kabullenme dünya barışının olmazsa olmaz unsurunun başında bu gelmektedir. Bizler dinlerin saf inanç boyutlarının arkasında onların siyasete alet edilen baş kesen taraflarını ayırt etmek zorundayız. Yoksa her din mümessili delillendireceği ya da yorumlayacağı birkaç ayet ya da sözle insanlığın katline fetva verme bahtsızlığından geri kalmayacaktır. İnsanlığın ortak erdemi olan yaşatmanın kutsallığı prensibi bir takım ufuksuz, burunlarının ucunu dahi göremeyen körler tarafından ayaklar altına alınacaktır. İnsanlık topyekün bu küstahların, bu insanlık düşmanlarının karşısına dikilmeli, yaşama ve yaşatmanın her şeyden daha önemli olduğunu onların kör gözlerine sokmalıdır.

                Bizler insan hakkında, insanlığın ortak noktalarını ortaya çıkarma konularında konuşurken, bizzat insanın kendisini unutamayız. İnsan bedeni incelendiğinde mükemmel çalışan bir fabrika olduğu hemen fark edilecektir. Vücuda alınmak istenen bir yiyeceğin gözle temasından itibaren vücut fabrikasında o yiyeceğe uygun enzim ve salınımlar harekete geçer. Yani vücut o yiyecek için kendisini hazırlar. Vücuda zararlı tüketim maddeleri karşısında ise mutlaka bir şekilde bize haber verir. Bunun keşfedilmesi tabii ki bilim adamlarımızın görevidir. İnsan vücudunda en dikkat çeken organ insan beynidir. Metafizik üzerinde çalışan bilim adamlarının öngörüleri insan beyninin tüm evrenle irtibatlı olduğu yöndedir. İslam filozofları bu anlayışı “Vahdeti Vucut” görüşüyle açıklama girişiminde bulunmuşlardır. Buna da en büyük delilleri madem evreni yaratan cevher kendi yarattığı varlıkların hepsine kendisinden bir şeyler vermiştir. Öyleyse evrendeki tüm varlıklar hem esas cevher Tanrı ile hem de Tanrı’dan fışkıran diğer varlıklarla irtibat halindedir. Ve yine eğer bu bilgilerimizin gerçek olma olasılığı varsa insan beyni evreni yoktan yaratma gücüne sahip varlıkla irtibat halindedir. Aradaki iletişimin farklı güçleri ortaya çıkarabilme derecesine ulaşması halinde bugün bizler için hayal ötesi olarak kabul edilen sayısız imkanlara ve keşiflere ulaşma imkanımız vardır. Bir diğer yönden evrende var olan ve şu an için varlığından habersiz olduğumuz sayısız varlığın bilgi ve imkanlarına ulaşma, onların bilgilerini kullanma, onların dünyalarını keşfetme imkanımız vardır.   Sadece dünyada yaşayan insanlar için olabilecek keşifler arasında; diğer insanlarla beyinsel irtibata geçerek onların bilgilerinden faydalanma, yakın zamanda olabilecek olayları engelleme yada onlara uygun tedbirler alma, beyinsel objeleri kullanarak cinayetleri önleme ve cinayetleri çözme, beyinsel bilgi aktarımını kullanarak çok farklı dilleri konuşabilme ve daha neler neler… Beyin fonksiyonlarının derinlerine ulaşma imkanı yakaladığımızda ne kadar büyük, hayallerimizin çok ötesinde güçlere ulaşabileceğimiz ortadadır. Beyin fonksiyonlarının bu mükemmel etkileyici taraflarının bir kısmı geçmişte Eski Mısır’da, Çin ve Hindistan’da, İslam tasavvufunda kullanılmış, insanüstü birçok doğa olaylarının ve kerametlerin olabilmesi bu özelliğin kullanılabildiğinin göstergesi ve kanıtı olmuştur. Zaman ilerledikçe tıp uzmanları ve metafizik uzmanları bir araya gelerek belki de baş döndürücü keşiflere imza atacaklardır. Önemli olan insanlığın birbirini yok etme hesapları yerine, insanda ve evrende var olan güzellikleri ve imkanları keşfetmeye uygun kendi yol haritasını çizebilmesidir.

                İnsan sosyal bir varlık olduğu için sadece kendisi en güzel imkanlar içerisinde bulunsa bile, dünya adına sıkıntısı olmasa bile, rahat bir hayat yaşamak için tüm şartlar oluşmuş olsa dahi, etrafında olan gelişmeler, haksızlıklar, şiddetler, zulümler, sevinçler, ölümler,  doğumlar ve daha birçok mesele onu etkileyecek, arzu ettiği derecede hayatından lezzet alamayacaktır. Çünkü yakınındaki veya uzağındaki bir insanın, akrabasının başına gelen bir olay onu derinden etkileyecek, hayatının değişmesine sebep olabilecektir. Bir apartmandaki çok iyi şartlar altında yaşayan bir çocuğu düşünelim. Eğer bu çocuğun apartman arkadaşları kendisi gibi iyi yaşayamıyorsa, birçok imkanlardan mahrum kalmışsa, her gün onların farklı sorunlarına ortak oluyorsa bu zengin çocuğumuz etrafında olup biten sorunlardan etkilenecek, her gün evine farklı sorunlar taşıyacaktır. Bizler sosyal varlık olduğumuzdan dolayı etrafımızda olup biten olaylara kayıtsız kalamayız. Elbette ki o olaylar birinci dereceden olmasa dahi mutlaka herhangi bir yönüyle bizleri ilgilendirir. Bu nedenle önemli olan toplum olarak kalkınabilmektir. Önemli olan devlet olarak kalkınabilmektir. Ve yine makro düşünmek zorunda olduğumuzun farkında olarak, önemli olan insanlık olarak kalkınabilmektir. Madem bizler etrafımızda olan, hatta başka bir kıtada olan olaylardan etkileniyoruz, mutlu ya da mutsuz oluyoruz, demek ki bizleri o insanlara bağlayan bir takım ilişkilerimiz var. Öyleyse nasıl oluyor da herhangi birimiz yine herhangi birimiz ya da birilerimizin mutluluğunu bozacak, hayat düzenlerini bozacak, canlarına kastedecek yapılanmalar içinde bulunabiliriz?  İnsanlık esas yapısında bulunan vicdani duygularını unuttukça yine yapısında bulunan hayvani, bencil, vahşi duyguları ortaya çıkmakta, sadece kendi çıkarları uğrunda yapılacak her hareket masum olarak görecektir. Oysa Kuzey’deki, Güney’deki, Afrika’daki, Amerika’daki, Çin’deki tüm insanların aynen bizim gibi mutlu olmaya, aynen bizim gibi ev sahibi olmaya, aynen bizim gibi meslek sahibi olmaya, aynen bizim gibi hayatından zevk alarak yaşamaya hakları vardır. Bizler zihnen, mantıken bu gerçekleri gördükçe, ortak paydalarımızı anladıkça başkalarına yaşam hakkı tanımayı vicdani bir sorumluluk olarak kabul edeceğiz.

                İnsanlık kendisinin sosyal varlık olma ihtiyaçlarından yola çıkarak, diğer insanlara bir şekilde muhtaç olduğu gerçeğinden hareket etmelidir.  Dünyanın yapısı gereği, coğrafi özelliklerinin farklılığı gereği insanlar arasındaki davranış farklılıkları eksiklik ya da fazlalık olarak algılanmamalı, bütün bunlar dünya medeniyetinin zenginliği olarak kabul edilmelidir. Ve yine dünyanın farklı coğrafi özelliklerinden dolayı, iklimsel yapılarından dolayı, hatta daha ileri giderek ilk insan ve insanların çocuklarının herhangi bir kara parçasını vatan ve yurt edinmelerinden dolayı zamanla aralarında oluşan milletsel veya ulusal farklılıkları birbirlerinin karşılarına dikilerek savaşmalarına sebep kabul etmelerini, üstünlük unsuru görmelerini asla kabul edemeyiz. Bütün bunlar varlık olarak insanın ne demek olduğunu, manevi ve ruhsal taraflarını hiç hesap etmediğimizi, ona değer vermediğimizi ortaya koyar. Oysa insanın varlık olarak en değerli bileşenlerinden birisi ruhudur. Biz ruhumuzun varlığıyla geçmişimizi, geleceğimizi, özümüzü, değerlerimizi, bizi biz yapan öğelerimizi  anlarız. Onsuz, bizim gibi hayatta var olan, günlük ihtiyaçlar olarak bize benzeyen diğer hayvanlara benzeriz. Kurgularımız, özlemlerimiz, keşiflerimiz, sanatımız, bilgi dağarcığımız ve daha da önemlisi geleceğimiz olamaz.

 

Doç. Dr. Adem ASALIOĞLU

Tunceli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı