Hayatımda ilk kez, bir yazıyı yazıp-yazmama konusunda bu kadar kararsızım. Yaşamları onarılmaz mağduriyetlere sahne olan ve kimileyin de zamanın durduğu acı sonları anlatmak beni hep ürpertmiştir. Söze neresinden başlamak ayrı bir ızdırap, bu mağduriyete muhatap kılınanların yaşadıkları onca şeye bir de kendi söylediklerimle tuz basacak olmak ayrı bir ızdıraptır. Ama söylemeden de olmuyor ki. Çünkü yaşamı ölümle sonuçlanan her mağdur, geride kendi hikâyesine benzer nice mağdurlar bırakarak bu dünyadan göçüp gitmişse eğer, bize kalan her ölüm, yaşayanların acılarına uzanabilmek için havaya asılı birer isyan çığlığı olur.

İşte, henüz 16’sında yaşamına son veren Ulaş da kâinata böyle bir ses bırakarak, gitmeyi tercih etti. Çok yorulduğu belliydi. Hem nasıl olmayacaktı. Her gün yaşamında işittiği o söz, görmüş-geçirmiş insanların ‘dahi’ öyle kolay türden kabullenebileceği gibi bir şey değildi ki: ‘PİÇ’

MAZLUMLUĞUN MUKTEDİRLİK HALLERİ

Türkiye Ulaş’ın hikâyesini, TARAF’ın gündeme taşıdığı “Yaşama şansı vermediler” (15 Aralık 2014) haberiyle öğrendi. Ama yakınındaki insanlar bu civan yürekli gencin ve ailesinin başına gelenleri yıllarca biliyordu. Kimisi bunu bilmesine rağmen ona hissettirmedi, kimileriyse dillerinde bir alay konusu haline getirip yıllarca onunla ‘dalga’ geçti. Susmayanların bundan büyük bir zevk aldığı belliydi ki, onu her gün o iğrenç kahkahalarının sesiyle boğdular. ‘Namuslu ailelerin insanları’ olarak abidevi dünyalarının ‘kirlenmemesini’ vazife bildiklerinden, bu gerçeği faş etmekten bir an olsun geri durmadılar. Üstelikte bu olay, iktidarların durmadan tekrarladığı ‘mum söndüren ve ana-bacı bilmeyen Aleviler’ gibi iğrenç ithamlara maruz bırakılanların ağırlıkta olduğu ‘Dersim’ gibi bir yerde yaşandı. Bunu ne bir topluluğu toptan itham etmek, ne de kendimin de o toprakların bir çocuğu olduğunu göz ardı ederek söylüyorum!

Zira bu hikâye sadece bundan da ibaret değil… Bedensel ve zihinsel yönden engelli olan bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ulaş’ın ‘piçlikle’ damgalanan yaşamı tam da burada başlıyor zaten. Annesinin ailesi, 1990’lı yıllarda devletin adeta bir panzer gibi üstlerinden geçmesi sonucu köylerini boşaltarak Ovacık’a taşınır. Gidecek hiçbir yerleri yoktur. Devletin fiskesinin acısını sarmaya çalışırlarken, bu kez de yine bu sistemin yarattığı ve kadın bedeni üzerinde vücut bulan tecavüz kültürünün mağduru olurlar. Anne tecavüze uğrar ve bundan ötürü de hamile kalarak Ulaş’ı doğurur. Tecavüzcü, eril zihniyetten aldığı güç ile çocuğu sahiplenmediği için annesinin ailesi ona kendi soyadını vermek dışında bir çare bulamaz. Çünkü bir ‘kimlik’ ve ‘soyadına’ sahip olmaya, ‘meşru’ devletin bu dünyaya bir ‘giriş vesikası’ olarak dayattığı zorunlu bir kural olduğuna hepimiz gibi onlar da muhatap kılınmıştır.

Devlet, bu şatafatlı töreniyle ilk taşı attıktan sonra, sırayı bu kez de heybesinde daha ‘namuslu taşları’ olan vatandaşlarına bırakarak, kenara çekilir. Onlar da bu dünyanın âdeti olduğu üzere,  ‘babası belli olmayan bu keçinin etini yemek için büyük bir zevkle tepesine üşüşüverir.’ Ya da onu, birbirlerine karşı örtbas ettikleri günahlarının kefaretini ödesin diye, ahlaklı törenleri eşliğinde yine kendilerinin yarattığı çölün ortasına bir ‘günah keçisi’ olarak sürüverirler. Böylelikle, ‘müphem’ olarak yaftaladıkları bu öteki ile aralarına bir sınır çizip, bunu ona da hissettirmiş ve onu  ‘arı-duru’ yaşamlarından uzak tutup, dışlayarak dünyanın bu lanet olası geleneğine olan ‘vefa borcunu’ ödemişlerdir.

 

HEQ Şİ! (TANRI GİTTİ)

Gerisi malum. Bu genç insan her defasında içlerine girmeye çalışırken, onlar kendi zehrini akıttıkları çocukları üzerinden okulda ve günlük yaşamda Ulaş’a ‘piç’ olarak seslenmekten geri durmadı. Bu söze dayanamadığı için okulu bıraktı. Dayısının onu okula yeniden yazdırma teklifini de kabul etmedi. Orada hakaretlere tekrardan maruz kalacağını ve kim bilir belki de yarasını kaçarak sağaltabileceğini düşünüyordu. Ama yapamadı. O toplumdan kaçtıkça arkadaşı olan ‘yalnız ve dilsiz acısıyla’ daha da baş başa kaldı. Ve gün geldi bu yalnız arkadaşının yanında kendi sesini de unutuverdi. Oysa o kadar çok hak ediyordu ki gülmeyi ve o kadar çoktu ki unutmak istedikleri. Dayanamadı işte. O çölde her gün santim santim tükenip durdu. Öyle bir çöl ki, orada ne Meryem’in rahmine İsa’yı düşüren, ne de Hacer ile İsmail’i kollayıp-koruyan bir Tanrı vardı. Evet, Tanrı gitmişti. Kim bilir belki de o doğduğunda, onun canına karşı kendi varlığını ‘yok kılmıştı.’ Hem Tanrı olmayınca, insanoğlu için her şeyin mübah olduğu da söylenmiyor muydu zaten? Öyleyse dünyada Tanrı’ya yataklık eden bir vicdana da ne gerek vardı ki!...

Şimdi öyle boylu boyunca o toprağın altında uzanan çocuk! Çıkar at o kendini astığın ipi artık boynundan. Sen ki şiir tadında yaşayamadın bu hayatı. Şimdi hangi şiirle yıkayalım ölünü, söyle bize? Uzanıp her bir parmak ucunu öpemediğimiz için bağışla bizi n’olur. Seni tüketenler, ölümünün duyulmasından da korktular çünkü. Bütün çabaları yüreğini kanatan o kıymığın seninle birlikte gömülmesini istediklerindendir.

İnan bana, Munzur suyunun kutsallığı bile arındıramaz onları bu günahlarından. Varsın canına kıyanlar o mağrur soylarıyla övünüp dursun. Varsın dünyalarını bir ‘piçten’ arındırdıkları için sevinsinler. Ama unutmasınlar sakın, bu dünyanın bütün piçlerinin hesabının sorulacağı bir ‘Ulu Divan’ olacak elbet. Üstelik de bizi terk eden o Tanrı’nın huzurunda. Devrin daim olsun can, devrin daim olsun bıra…

Yalçın Çakmak

Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü

Not: Ulaş, 2014 yılında 44 kişinin intihar ettiği ve üstelik de 8’inin 80 yaş üzeri olduğu Dersim topraklarının 45. insanı olarak yaşama gözlerini yumdu.