Haliç-Fener rıhtımında tekneye biniyorum, tekne Haliç’e doğru açılıyor ama az sonra izleyeceğimiz, “Suları Kutsama Ayini ve Haç Atma Törenini” izlemek istediğimizden, rıhtımdan uzaklaşmıyor. Haliç’teki tekneden, tarihi İstanbul’a bir başka açıdan bakmış oldum. Öncelikle Fener-Balat bölgesinde son yıllarda yapılan restorasyon çalışmaları neticesinde, semtin ağır ağır harabe ve köhne bir bölge olmaktan çıktığını gördüm. Osmanlı zamanında Fener’de ve Balat’ta Müslüman nüfustan ziyade Rum, Ermeni ve Yahudi reaya meskendi ve bu bölge, İstanbul’un en zengin ailelerine ev sahipliği yaptığından, Fener bölgesi de canlı ve mamur bir bölgeydi. 1821 Yunan İsyanından sonra ise Fener bölgesinin üzerinde kara bulutlar toplanıyor ve Fener’in aydınlığı, yerini iki asrı geçen bir karanlığa bırakıyor, diyebiliriz. Fener gezisi sonrası Herkül Millas’ınYunan Ulusunun Doğuşu” adlı kitabını okuduktan sonra Fener’in ışığının söndüğü yargısına varıyorum. Neden mi? Hemen tarihsel bir yolculuğa çıkalım.

                         KONSTANTİNİYE Mİ İSTANBUL MU?

Yıl 1453, Konstantiniye fethedilir. Bu fethe katılanlar için şehrin adı “İstanbul” değil, Konstantiniye’dir. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e atfedilen fetih hadisinde cennetle müjdelenen şehrin adı da “Konstantiniye’dir”. Madem konu, şehrin adına geldi, buna ilişkin bende kendi yorumumu paylaşayım.

Ölüm döşeğinde vaftiz olup, Roma’nın Hristiyan olan ilk imparatoru olan Konstantin, Batı’da ki Roma şehrine nispet, doğuda görkemli bir şehir inşaa etmek istediğinde, kendi adını vereceği bu şehri seçer; Konstantinopolis. Zaman içinde bu sözcüğü sonunda ki “–is”  takısı düşer, yerini Konstantinopol’a bırakır. Bu şehrin adını duyan Araplar ise bu şehre “Konstantin-iye”  derler. İslam sonrasında Türkler de, Araplardan aldıkları  “Konstantiniye” sözcüğünü, “ Konstantinopol” ile beraber kullanırlar.  Çağlar içinde sözcüğün başında ki  “Kon” hecesi kullanımı azalır. “ –Stanpoli” sözcüğü kalır. Bu sözcüğün sonunda ki “-pol” hecesi de “ –pul,-bul, -bol” olarak değişir. Sözcüğün başına zamanla “-i” sesi gelir, sözcüğün ortasında ki  “-n” harfi kimi zaman “-m” olarak okunur. 20.yüzyıla gelindiğinde ise “İstanbul, İstambul, İstanbol” gibi sözcükler de kullanılır, duruma gelir. Cumhuriyet dönemine kadar, hem yazı dilinde hem de halk dilinde “Konstantinopol, İstanbul, İstambul” sözcükleri hep kullanılageldi. Cumhuriyet döneminde alınan bir kararla isim karmaşasına son verilerek şehrin resmi adı “İstanbul” olarak kabul edildi. Böylece 1453’te feth edildikten 4 asır sonra şehrin resmi adında, fethin mirasçısı Cumhuriyet karar kıldı ve o günden sonra da “Konstantinopol” ismi vebalı bir isme dönüştü Türk Siyasi Hafızasında. Yine bir background yapmam gerekiyor.

       FATİH; MÜSLÜMAN BİR SEZAR, MÜSLÜMAN BİR ROMALI

Yıl 1453 Fatih, kendi tabiri ile “ Konstantinopol”u feth etmiştir. Başında Katolik Serpuşu görmek yerine Türk serpuşu görmek isteyen Rumlar için, şehrin düşüşü sonrası başlanan üç gün yağması, Rumların “4. Haçlı Seferi” günlerinde maruz kaldıkları yağmaya benzemeye başlamıştır. Öyle ki Fatih’in gözü önünde Ayasofya’da yağmaya başlandığında, 23 yaşında ki genç sultan öfkelenir ve bir irade ile yağmaya son verdirir. Genç Müslüman Sezar’ın, şehirden Hristiyanları sürme veya şehri tamamen “Türkleştirme-İslamlaştırma” gibi bir gayesi de yoktur. Bunun en önemli delili; Fatih’in, Rum Patrikhanesini, hükümranlığı altında ki tüm Ortodoks Hristiyanlar’ın temsilcisi tayin eden, Rum Patriğini, vezir derecesinde kabul eden ve Rumları kendi dinsel-sosyal ilişkilerinde serbest bırakan bir ferman buyurmasıdır. Genç Müslüman Sezar, sadece Rum ve Ortodoks reayası için değil, Ermeni ve Süryani reayası içinde benzer fermanlar çıkarır. Tabii burada şu soruları da sorabiliriz; Patrikhanenin ilk binası ve Hristiyan Dünyasının en büyük mabedi Ayasofya’yı Camii’ye dönüştüren, İkinci Patrikhane binası olan Kutsal Havariler Kilisesini yıkıp üzerine Fatih Camiini inşaa ettiren bir Müslüman Sezar’ın, fermanı ile uygulamaları arasında bir çelişki yok mudur? Bu soruya karşılık Müslüman Sezar,  Katoliklerin, Ortodokslara davrandığından daha mı kötü Ortodokslara davrandı, diye de sorulabilir. Benim kanaatim, Müslüman Roma’nın Sezar’ı olan Fatih Sultan Mehmet’in stratejik bir amacı olduğudur. Fatih şayet Rum ve Ermeni Patriklerini bir fermanla hukuken tanımasa belki de zaman içinde ortaya çıkan bir Doğu Kilisesi boşluğunu Katolikler doldurabilir miydi?  Balkanlarda ki Ortodoks reayayı zorla İslamlaştıramayacağına göre bu Katolik olmayan, Papa’ya mesafeli Rum, Bulgar, Slav, Ulah, Arnavut Ortodoks nüfusun sosyo-dini-siyasal kontrol boşluğunu doldurması gerekmez miydi? Bu bakımdan da Fatih tarafından, İstanbul dışında değil İstanbul içinde Ortodoks Dünyasını ve Doğu Kiliselerini kontrol altında tutacak olan Rum ve Ermeni Patrikliklerine müsaade etmiş olabilir, diye düşünüyorum.

Sorduğum sorular ve çıkarsamalarım ne olursa olsun, 1821 Yunan İsyanına kadar, İstanbul’un Fener semti asırlar boyu Rum Ortodoksların en parlak yıllarını yaşadıkları yer olmuştur. Ancak Yunan isyanını başlatan ve isyan sonucu 1.Helen Cumhuriyetini kuranlar içinde asırlardır saraya bağlı Fenerli Rum Ailelerin çocukları olması, Osmanlı’da bir “ihanete uğrama travması” yaratmıştır. Bu travmanın sonucu da 1821’den başlamak üzere Fener semti, politik diyetini ödemiş, her sene eski ihtişamını ve aydınlığını kaybederek günümüze kadar gelmiş ve 2022’ye merhaba demiştir.

Haliç’te ki tekneden Fener’e baktığımda Fener Rum Lisesinin Kırmızı Marsilya Kiremitlerinden yapılmış şatosunu görüyorum. Şato diyorum çünkü mimarisi Şato’ya benziyor. Mimarinin tarihçesi, okulun resmi sayfasında yazıyor. Okulun internet sayfasında ki bilgilere göre Fener Rum Lisesine ait bina,  Konstantinos Dimadis adlı Rum mimarın eseridir. Okulun bulunduğu arsanın ise aynı okulun mezunlarından olan Dimitri Kantemir’e ait olduğu yazılıdır. Dimitri Kantemir’in biyografisine baktığımda ise tarihçi-edebiyatçı ve müzik uzmanı olduğunu görüyorum. Bu arada rıhtım hareketleniyor, Rum Patrikhanesinin Çan sesleri, Haliç’te ki tekneden de duyuluyor.

6 Ocak 2022, saat 12:00 gibi Fener Rum Patrikhanesinden çıkan hatırı sayılır kalabalık, Ortodoks din adamlarının eşliğinde Fener-Haliç rıhtımına geliyorlar. Din adamları ilahiler okurken, Patriğin atacağı Haçı denizden çıkarmak için hazırlık yapan yüzücüleri görüyorum. Yüzücüler, Patrik Bartholomeos’un gelmesini ve Haçı, suya atmasını bekliyorlar. Benle beraber teknede bulunanlar da denizden bu kadim ritüeli izlemek için bekliyorlar, az sonra Patrik  geliyor ve elinde ki Haçı, denize atıyor. Yüzücülerde haçı denizden çıkarmak için denize atlayıp, yüzmeye başlıyorlar. Haçı yakalayan yüzücülerden biri, Patriğin huzuruna çıkıyor ve kutsanıyor. Diğer yüzücülerde peşi sıra Patriğin önünden geçerek kutsanıyorlar. Okunan ilahilerle Haç Atma Töreni ve Suların Kutsanması Töreni böylece bitmiş oluyor. Bu dini töreni izlerken, üzerinde okumalar yaptığım tarihsel dönemlerden biri aklıma geliyor. 614 senesinde Zerdüşt Sasaniler’in, Kudüs’ü ele geçirip, Hz.İsa’nın çarmıha gerildiği Kutsal Haçı, Sasani pay-i tahtı Tizbon’a götürmesi sonucu başlayan tarihin ilk Haçlı Seferi aklıma geliyor.

TARİHİN İLK HAÇLI SEFERİ, ZERDÜŞTLER VE HRİSTİYANLAR ARASINDA OLDU

Haçlı Seferleri dendiğinde herkesin aklına ilk, Hristiyan Dünyası ile Müslüman Dünyası arasında meydana gelen savaşlar akla gelir.  Hatta ders kitaplarında 1.Haçlı Seferi diye başlayan seferin tarafları da, yine az önce ismini zikrettiğim iki dinin politik taraflarıdır. Ancak esasında bu tarih bilgisi yanlıştır. Çünkü tarihin ilk Haçlı Seferi, Doğu Roma (Bizans)  tarafından Zerdüşt olan Sasanilere karşı düzenlenmiştir.

7.yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada iki büyük süper güç vardı. Biri Zerdüşt Sasani Devleti, diğeri ise Doğu Roma İmparatorluğuydu, yani Bizans’tı. “Bizans-Roma” isimleri arasında ki ilişkiyi ve düşüncelerimi ileri de ki satırlarda işlemeye çalışacağım. Ancak şimdilik 21.yüzyılın temelinin atıldığı 7.yüzyılın İlk Haçlı Seferi üzerinde durmak istiyorum.

614 Senesinde Sasani tahtında Nizami’nin Hüsrev ile Şirin hikayesinden bildiğimiz, Hüsrev Perviz bulunuyordu. Doğu Roma/Bizans tahtında ise Kartacalı bir general olan, kökeni Kapadokya Ermenilerine dayanan Heraklius bulunuyordu. Bu iki süper gücün sahipleriyle aynı zamanda ise,  Mekke’de Hz. Muhammed, “İslam” adıyla yeni bir dinin tebliğini yapıyordu. Bu iki büyük güç için Mekke adlı yerde ki sosyo-dinsel gelişmeler pek mühim değildi. Çünkü her iki süper güç için Arabistan bölgesi, yerel Hristiyan Arap hanedanlarla kontrol altında tutulan bölgelerdendi.

Sasaniler, Hüsrev Perviz döneminde her alanda zirve çağını yaşıyorlardı. Doğu Roma’da ki taht kavgaları ve yönetim boşluğundan istifade eden Sasani Orduları Üsküdar’da ordu kampı kurmuşlar, Roma’nın Doğu Akdeniz de ki tüm eyaletlerini ve şehirlerini 602-614 yılları arası ele geçirmişlerdi. Bu şehirlerden biri de Kudüs’tü. Sasani ordusu 614 senesinde Kudüs’te ki Kutsal Diriliş Kilisesini yağmalamış, Kilise de bulunan,  Hz.İsa’nın Gül Yolunda taşıdığı ve üzerinde çarmıhlandığı Kutsal Haçı da, Sasani başkenti Tizbon’a ( Tisfun’a) götürmüştü. Bu olay, Roma başkenti İstanbul’da duyulduğunda Kutsal Haçın geri alınması için, Sasaniler üzerine sefer karar alınmış ve seferin ana amacı “Kutsal Haçı” almak olduğu ilan edilmiş, eli silah tutan her Hristiyan’ın bu sefere katılması için çağrıda bulunulmuştur. İlk Haçlı Seferinin hazırlığı uzun sürmüş,  618 senesinde Heraklius İstanbul’dan ayrılarak Sasaniler üzerine Haçlı Seferine çıkmış, sefer sırasında ele geçirdiği Sasani şehirlerinde ki Zerdüşt mabetlerini yakıp-yıkmış, karşısına çıkan Sasani ordularını her defasında yenmiş ve nihayetinde kibirli ve uzlaşmaz Hüsrev’i tahtından edip, yerine Hüsrev’in oğlu 2. Kubad’ı tahta çıkarmış ve Kutsal Haç’ı geri alıp, önce İstanbul’a götürmüş, ardından da bir törenle Kudüs’e götürerek Kutsal Diriliş Kilisesine iade etmiştir. 636 yılında İslam orduları Kudüs’ü ele geçirdiğinde ise Kutsal Haçın, Heraklius’un emri ile İstanbul’a getirildiği rivayet edilir. İşte tarihin bilinmeyen bu ilk Haçlı Seferi sonucunda Sasani Devleti zayıflamış, güçlenen Arap-İslam orduları tarafından 633-651 yılları arası yok edilmiştir. Roma ise Anadolu’ya çekilerek, Doğu Akdeniz havzasında ki tüm topraklarını kaybetmiş, bir daha da geri alamamıştır.

602-622 yılları arasında Hristiyan Roma ile Zerdüşt İran arasında devam eden savaş ve bu savaş içinde “Kutsal Haçın” geri alınması için Doğu Roma’nın yürüttüğü dinsel fanatik kampanya sonucu, her iki süper güç sosyal-siyasal-dinsel-askeri-mali yönlerden büyük bir krize girmişler, bu kriz evresinden istifade edenlerde Arap Müslümanlar olmuşlardır. Heraklius ile Hüsrev arasında bir sulh olmuş olsaydı, Arap-İslam Devleti siyasal ve askeri olarak başarılı olabilir miydi? Belki evet belki hayır ancak şu bir gerçek ki, 7.yüzyılda Kutsal Haç için başlatılan Haçlı Seferi sonucundan,  askeri-politik başarılarıyla yeni bir din doğdu ve süper güç oldu; İslamiyet. Kadim bir dinin ise devleti yıkıldı, tüm kutsal mabetleri yakılıp-yıkıldı; Zerdüştlük ( Mazdaizm).

Haliç’te, denize Haç Atma töreninde aklıma gelen bu tarihsel hikayeyi de paylaştıktan sonra, tören bitimi Agora Meyhanesindeyiz…