The New York Times’tan Michael Benanav tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Munzur Vadisi’nde Cennetin Keşfi” haberi Fırat Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu Okutmanı Fulya Eslek tarafından Gazetemiz ve İnternet sitemiz için Türkçe’ye çevrildi. Eslek’in çevirisini Mütercim Koray Toplar kontrol etti. Katkılarından dolayı Eslek ve Toplar’a teşekkür ediyoruz.

İşte o haber:

dersim_ic-031.jpg

Türkiye’de Munzur Vadisi’nde Cennetin Keşfi

Doğu Anadolu’nun sarp bağrının derinliklerinde, metanetli Alevi Kürtler yüreklerini ve evlerini bir ziyaretçiye açtılar.

Doğu Anadolu’nun sarp bağrının derinliklerinde Munzur Nehri, olağanüstü yükseklikteki kalker kütlesinin dibinden engin zirvelerin ve ormanlık tepelerin kucaklaştığı yemyeşil vadi boyunca yolunu kat ederek dökülür. İnanılması zor bir temizliğe ve hissizleştirici bir soğuğa sahip olan su, kaynağını ziyaret edenlerin çoğu için kutsal bir anlam taşıyor. Kavurucu bir Temmuz öğleden sonrasında diğer yüzlerce kadın, erkek ve çocuklar gibi Munzur Gözeleri denilen su kaynağına gelen, mistik Alevi inancından biri bana “ Burada kendini Yaradan’a yakın hissetmek kolay” dedi.

Buraya dua etmeye, iri kayaların kuytu kenarlarına mum yakmaya ve kendilerini zindeleştiren suya girmeye geldiler. Nehrin yukarısındaki tepede hayırlı evlilikler dileyerek, ölmüş akrabalarını saygıyla anarak ve hasta çocuklara şifa duaları ederek koyun ve keçi kurban ettiler. Ve yemeğe geçtiler: Kesmek için bir hayvan getiren her bir aile, taze kesilmiş eti nehrin kenarına ateşte kızartacakları ya da yahnisini yapacakları yere götürdüler, büyük bir ağacın gölgesinde bazlama, peynir, zeytin ve çayla ikram edip, arkadaşlarıyla ve diğer yabancılarla paylaştılar. Manzara, ibadet ve dinlence arasındaki dengeyi koruyan her topluluk pikniği gibi teklifsiz ve neşeliydi.

dersim_ic1-009.jpg

Solda Munzur Vadisi’nin geleneksel kıyafetleriyle Fadime Kayır kucağında torunu Roseanna

Michael Benanav, The New York Times

 

Nehrin kaynağına 2014 Temmuz’unda dede olarak adlandırılan bir Alevi liderleriyle tanışmak ve dıştan ziyade içsel manevi gelişmeyi vurgulayan, inancı açığa çıkaran ve doğayı kutsal sayan İslamiyet, Zerdüştlük, Şamanizm ve diğer etkenlerin bir harmanı olan bu dini öğrenmek için gittim. Munzur Nehri’nin geçtiği Dersim bölgesindeki insanların büyük çoğunluğu Alevi’dir ve aynı zamanda Kürtlerdir ( Türkiye’nin diğer birçok bölgesindeki Aleviler’in Türk olmasına rağmen).

Gözelerde tanıştığım Hayri Dede olarak bilinen Hasan Hayri Şanlı, Alevilikle ilgili beş tane kitap yazmış ve nadiren gelen yabancı bir ziyaretçiyle konuşmaktan dolayı mutlu. Hayri Dede neredeyse keldi. Kırlaşmış bıyığında grilikler bulunan Hayri Dede’nin işitme cihazı aralıklarla çalışıyordu. Tok ve içli bir sese sahip olduğundan Hayri Dede’nin kelimelerinin ardındaki duyguları İngilizce öğretmeni olmak için çalışan Ovacıklı genç bir kadının çevirisinden önce kavrıyordum. Kapsamlı sohbetimiz boyunca Dede’nin söylediği birçok şey arasında bir şey göze çarpıyordu: “Öldükten sonra bizi bekleyen bir cennetin olduğuna inanmıyoruz. Bizim için cennet de cehennem de bu dünyadadır.”

Bunun Alevi inancının esasının bir açıklaması olduğunu kast etse de, bu aynı zamanda manzaranın büyüleyici, insanların şaşılacak derecede dost canlısı olduğu, büyük acılara ve haksızlıklara göğüs germiş Munzur Vadisi’nin kendisinin de yerinde bir tanımıdır. Hayri Dede’yle konuşmam sırasında, Munzur Nehri’nin çeşitli yerlerine baraj yapılacağı ve vadinin büyük bölümünün tahrip edileceği büyük hidroelektrik projesi tehdidi belirdi.

Munzur’u ilk olarak 2005 yılında ziyaret ettim. Türkiye’nin doğusu boyunca seyahat ediyordum ve topografik haritalarla, yeryüzü şekilleri kâğıtlarıyla ve hayal gücümle rotamı planlıyordum: deniz seviyesinden yaklaşık 1600- 1700 metre yükseklikte bulunan oval şeklinde ve dağlarla çevrili bir havza. Büyük şehirlerden ve turistik yerlerden uzak bir yer. Aslında tam olarak gitmek istediğim türden bir yer.

3 bin700’lük nüfusuyla Munzur Vadisi’nin üst tarafındaki en büyük ilçe olan Ovacık’ı hedefledim ve yüce Munzur Dağları’nın aşağısındaki küçük köylerde birkaç gün dolaşarak vakit geçirdim. Gittiğim her yerde taştan ve çamurdan evlerde benimle çaylarını paylaşan orada yaşayan Kürt çobanlar tarafından misafir edildim.

Sonsuz konukseverlik ve az bilinen coğrafi bir cevheri keşfettiğim hissiyle, yoğun Türk askeri ve polisinin varlığı ile sönükleşen gizli bir Anadolu cennetinde kendimi yabancı gibi hissettim.

dersim_ic2-004.jpg

Alevi Kürtleri için en kutsal yerlerden biri olan Munzur Nehri, Türkiye’nin doğusundaki Munzur Dağları’ndan doğar.

Michael Benanav, The New York Times  

 

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan bu yana, çoğu resmi olarak Tunceli vilayetinin bir parçası olan Dersim bölgesi, bağımsız yönüyle biliniyordu. 1930’lu yılların ortalarında, Türk devleti bölgenin Kürt kimliğinin etkisini azaltmak için teşebbüse başladığında, aşiretler direndi. Devlet güçleri 14,000 ile 80,000 arasında insanı öldürerek 1937-1938 Dersim Katliamı ile bu direnişe karşılık verdi. Binlercesi daha yaka paça Türkiye’nin batısına sürgün edildi.

On yıllar sonra, 1990’ların başlarında, Dersim’in dağları, tepeleri ve kanyonları, Türkiye Kürtleri’nin siyasi bağımsızlığı için savaşan silahlı asi bir grup olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) tarafından dolduruldu. PKK’ye karşı yerel duygu karmaşası (ikirciklilik) olmasına rağmen, Türk ordusu 1994 yılında Munzur Vadisi’nde ve çevresindeki gerillalara karşı yakıp yıkma kampanyası başlattı.

Köy boşaltma olarak bilinen süreçte, Tunceli vilayetinde Kürt Alevi ailelerinin yüzlerce yıldır yaşadığı 100’den fazla köy yok edildi; çevresindeki tarlalar, bağlar bahçeler ve ormanlar yakıldı; yüzlerce kişi direnişçilere yardım şüphesiyle hapsedildi. Bu yöntemler ile büyük oranda, hükümete karşı güvensizlik ve öfke duygusuyla katılaşan sivil halk cezalandırıldı.

İlk ziyaretimde, görünüşe göre PKK hala bölgede faaliyet gösteriyordu. Askeri araçlar Ovacık’ın birkaç sokağında devriye geziyordu ve müstahkem (kuvvetlendirilmiş) bir askeri komando üssü şehrin kenarında beliriyordu. Her gün pasaportumu inceleyen ve yetki alanlarının içine giren bir yabancıdan dolayı mutsuz olan üniformalı adamlar tarafından durduruluyordum. Dağlara yürüyüşe çıkmaya çalışırken, takip ediliyordum ve yolumu kesip yüksek dağları işaret edip “Teröristler, teröristler” diye bağıran iki görevli tarafından geri dönmeye zorlanıyordum.

Ovacık’taki yerel halk, militanlarla herhangi bir sorun yaşarım fikriyle alay ediyorlardı; fakat dağları keşfetmek için Kasım ayının oldukça soğuk olduğunu;  ailelerin sürülerini yüksek çayırlara götürdüğü ve orada aylarca kaldıkları Yaz döneminde geri gelmemi söylediler. Kendime bir gün tekrar geleceğim diye söz verdim. 

Birçok yönden, çok az insan İngilizce konuştuğundan, ayrılana kadar nerede olduğumu tam olarak anlayamamıştım. Doğu Anadolu’da binlerce bitki çeşidinin yetiştiği, tepelerinde ayıların, kurtların, vaşakların ve dağ keçilerinin dolaştığı, en çok biyolojik çeşitliliğe sahip bölgelerden birinde olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sonradan öğrendim ki; beni o kadar büyüleyen manzaranın büyük bir kısmı, 1971 yılında oluşturulan Türkiye’nin korunan en büyük doğa alanlarından biri olan Munzur Vadisi Milli Parkı’nın bir parçasıydı.

Ve daha sonra öğrendim ki Munzur, birçok kişi tarafından her biri manzaranın doğal güzelliğinin bir parçası olan kutsal yerlerin çokça olduğu ve bölgenin yalıtılmışlığının onu Sünni İslam’ın etkisinden eşsiz Alevi karakterini oldukça saf tutmaya yardım ederek koruduğu Alevi inancının kalbinin attığı yer olarak kabul ediliyor.

Munzur’u araştırırken beni şaşırtan, vadinin büyük bir bölümünün yapılması planlanan bir dizi barajla sular altında kalmasını da keşfetmem oldu. Türk Gazeteleri’nin makalelerinin yanı sıra İrlanda Galway National Üniversitesi’nde arkeolog olan Maggie Ronayne tarafından kaleme alınan “Türkiye’nin Güneydoğusundaki Büyük Barajların Kültürel ve Çevresel Etkisi” adlı geniş kapsamlı rapora göre, birçok kutsal mekân sular altında kalacak. 1994 yılından sağ kurtulan köyler boşaltılacak, yabani yaşam alanının devasa arazileri hatta sözde korunan milli park bile sular altında kalacak. Vadi üzerindeki en kötü etkisi tutkulu protestolar ve yasal zorluluklar sayesinde ertelenmiş; fakat raporlardan anladığım kadarıyla, öyle görünüyor ki Türk Hükümeti hidroelektrik projeleriyle hızla ilerlemek istiyor ve bundan vazgeçmiyor.

Yıllarca erteledikten sonra, nihayet geçen Temmuz ayında Munzur’a geri geldim. Bu defa, sular altında kalırsa diye, vadideki günlük yaşamı ve Alevi geleneklerini belgelemeye başlamayı planlandım ve bu yüzden arkadaşım ve film yapımcısı olan Cat Cannon’ı bana eşlik etmesi için davet ettim.

Vadinin en büyük şehri Tunceli’den nehrin kaynağına 50 kilometre daha yakın, manzarası çok daha fazla ve sakin olan Ovacık’a doğru yola koyulduk. Ovacık’a varmadan önce bile ilk ziyaretimden oldukça farklı olduğunu fark ettim: Yol boyunca hiçbir yerde askeri kontrol noktası yoktu. Ovacık’ta, askeri üs kaldırılmıştı ve polis pasaportlarımızı hiç kontrol etmedi. Cat ve ben istediğimiz yere gitmekte özgürdük. 2013 yılının Mart ayında Türk Hükümeti ve PKK arasında yapılan ateşkes oldukça iyi devam ediyordu.

Ovacık’ın merkezi birkaç dönümlük bir yerdir ve birkaç gün sonra hemen hemen her yüz sizi tanımanın verdiği mutlu bir tebessümle sizi selamlayacak kadar küçüktür. Dükkânlar mallarını kaldırım boyunca sergilerler. Meyve, sebzenin yanı sıra, yaba, tırpan ve su ısıtmaya yarayan banyo sobaları satın alabilirsiniz. Erkekler, bazen de kadınlar kahvelerin brandasının altında oturur, okey (Türk remi) ya da iskambil oynarlar.

Ovacık’ta iki banka, üç internet kafe, dört ayakkabı dükkânı ve “ilçenin en iyi baklavası” unvanı için rekabet eden iki fırın vardır. Trafiğin az olduğu ilçede, insanlar genellikle sokaklarda dolaşırlar ve nadiren ilçenin arkasında yükselen dağların yahut önünde taşkın ovalar boyunca uzanan tarlaların manzarasını gözden kaçırırlar.

Ovacık’ta birkaç otel ve restorandın olmasına rağmen,  dinlenme tesisi açısından ilçe yetersiz: Hiçbir şirket vadi boyunca rehberli geziler sunmuyor ve Munzur Vadisi Milli Parkı için sinyalli takip sistemi ya da turizm bürosu yok.

Oysa sonunda, bunların hiçbirine ihtiyacımız yoktu. Minibüsle vardıktan hemen sonra, Ankara’da üniversite okuyan, Yaz tatili için memleketine gelen ve akıcı İngilizcesi olan Serde Yerlikaya ile tanıştık. Kaldığımız süre boyunca tercüme için (ödemek için ısrar ettiğimiz) bize yardımcı olacağı konusunda hemen anlaştık ve çabucak arkadaş olduk. Düğünler olduğunda, onunla ve bize yerel dansı öğreten, bizi eğlenenlerin arasına çekip götüren büyük ablası Bahar’la düğünlere gittik.

Çoğu günler, Cat, Serde ve ben betondan yapılan evlerin hemen yanında bulunan güzel taş evlerin bulunduğu vadinin civarındaki köylere; yürüyerek, otostop çekerek ya da taksiye binerek Ovacık’tan öteye gitmeye cesaret ediyorduk. Verandada ya da bahçede oturup yedi telli bağlama çalanları ve ağıtlar söyleyenleri dinliyorduk. Küçük ateşin üzerine yerleştirdikleri bombeli tavalara (Ç.N:saclara) pizza hamuru gibi yuvarlayıp açtıkları hamuru serip ekmek pişiren kadınları izliyorduk. Çok fazla çay ve taze ayran içiyorduk; ev yapımı peynirlerle, közlenmiş biberlerle ve kara kovan balıyla besleniyorduk.

Ziyaret denilen kutsal Alevi mekânlarını da ziyaret ediyorduk. Bazıları görünüşe göre çakıl yığınlarıyla ve ya çaput bağlanmış ağaçlarla kaplı gelişigüzel aşınmış büyük kayalardı.- her çakıl, her kumaş parçası bir Alevi’nin arkasında bıraktığı bir yakarış, bir duaydı. Diğer ziyaretler, mucizelerin ortaya çıktığının söylendiği kutsal yerler ve belirgin yer şekilleridir.

Efsaneye göre, Munzur Gözelerindeki su kaynakları Munzur adındaki mübarek şahsın kovadan yanlışlıkla süt döktüğü yerden fışkırır. Vadinin manzarasıyla birlikte yükselen dağ sırtında, bir zamanlar uzak bir şehirde yaşayan erkek kardeşine göstermek için kar topladığı ve bu karın asla erimediği yerde Belhasan adında biri gömülüdür.

Düzgün Baba’da (Munzur Vadisi’nin hemen dışında) dağın yamacındaki mağara, değneğinin bir dokunuşuyla çıplak ağaçları yeşertebilen çobanın evi olmuştur; eğer mağaranın arkasındaki oyuktan su çıkarsa, temiz kalplisinizdir (Testi geçtim). Hemen yanındaki yaklaşık bir otobüs uzunluğunda ve yarısı kadar yükseklikteki taş yığını Düzgün Baba’nın mezarı olarak kabul edilir. İnananlar ayakkabılarını çıkarır ve etrafında üç defa dolaşırlar, bazen de sevdiklerinin fotoğraflarını koyar, mum yakar ve taş eklerler.

Ovacık’ta bir tane cami olmasına rağmen, görünüşe göre yerel halk camiye hiç gitmez. Bana “ Cami buralı olmayan polisler için yapıldı.” diye söylendi. Aslında, bazen Tanrı’dan Allah diye bahsetseler de ve Hz. Muhammed’e ve özellikle Şii mezhebinin ilk imamı Hz. Ali’ye saygı duysalar da karşılaştığım insanlar “Müslüman değiliz.” diye ısrar ettiler. İnançlarının kökeninde Zerdüştlük olduğunu ve atalarının yüzyıllar önce Müslüman orduları tarafından kılıçtan geçirilmesinler diye İslam’ın bazı süslemelerini edindiklerini söylediler.

Alevilik ve İslam uygulamada çok az şeyi paylaşıyorlar gibi görünüyor. Karşılaştığım hiç kimse ne Ramazan orucu tutuyor ne de Kur’an okuyordu. Kadınlar istedikleri gibi giyiniyor, 40 yaşından daha genç olanlar çoğu kez kısa kolsuz bluzlar giyiyorlardı ( en azından Temmuz ayında gündüz sıcaklıklarının yüksek olduğu zamanlarda).

dersim_ic3-002.jpg

Çobanlar sürülerini dağların yüksek doruklarına götürür.

Michael Benanav, The New York Times

 

Alevi erkekler ve kadınlar birlikte ibadet ediyorlar, bütün dinlere karşı hoşgörülü olmayı öğütlüyor ve din değiştirenleri sorgulamıyorlar. Katı olduğu ve fazlasıyla zahir takvayı açığa çıkardığı için şeriat kurallarını reddederken, bunun yerine dinsel törenden ziyade esas olarak insanlara iyilik ve cömertlikle davranmayı adet edinen içsel bir manevi gelişmeye değer verirler.

Bu Munzur’daki insanların sadece teoride hem fikir oldukları ve sonra göz ardı ettikleri bir düşünce değil, insanların çaba harcamadan aktardıkları ve burada gezmeyi mutlak bir keyfe dönüştüren kültürün temel bir unsurudur.

İddialı çabalarımızdan dolayı, Cat ve ben Ovacık’ta restoranıyla ünlü olan modern Doğa Turistik Oteli’nin yardımsever müdürü Akın Gedik’e güvendik. Ona dağları keşfetmek istediğimizi söylediğimizde, bize seve seve eşlik edecek insanlar buldu: bize yolu göstermek için yerli bir adam, tercüme için aylardır bu bölgede olan çok dilli Alman bir antropolog.

Çimenlikten çok kayaların olduğu ve girintili semanın altına serilen çayırların bulunduğu yerde Munzur sıra dağlarının iri kıyım merkezinde iç içe geçmiş bir güzergâhta beş gün harcadık. Yazlarını orada geçiren, hayvanlarını otlatan ve yüksek dağların serin havasında yaptıkları ve at sırtında şehre götürüp kilosunu 24TL’den sattıkları tulum peynirini yapan ailenin koni şeklindeki beyaz çadırının yanında kamp kurduk.

Alacakaranlıkta başörtülü kadınların iri yarı çoban köpekleri tarafından korunan sürülerini sağmalarını izlerken, bu huzurlu kır yaşamının varlığını romantikleştirmek kolay olabilir. Gelgelelim bunun gibi her hangi bir hayal, dağda yaşamının keyfinin elektriksizlik ve cep telefonsuzluk gibi zahmetinden daha ağır bastığını söyleyen çobanlar tarafından hemen uçup gidiyordu. Aileleriyle göç eden 13lerinde ve 20lerinde olan bu çobanlar, devam eden bu mevsimlik göçebe yaşamına pek az ilgi gösteriyorlar.

Aklımda Munzur’un kaderi, otel müdürü Akın’a; Türk, Amerikalı ve Avrupalı müteahhitler tarafından yapılacak olan çoklu hidroelektrik santrali barajı projesini sordum. Akın, milli parkta Munzur’un kolu olan Mercan Nehri üzerinde yapılmış olan ilk baraja gitmeyi önerdi.

Sarp ve derin kanyonun dik bir biçimde taraçalı vadiye açıldığı boğazın dibinde, Mercan’ın özgür akan beyaz suyu beton bir duvarla önü kesilmiş firuze bir havuza dökülür. Bu barajın, herhangi bir köyü sular altında bırakmayacak kadar küçük olmasına karşın, barajın altındaki akıntı yönündeki damlama, yerli balık populasyonunu desteklemeyecek kadar yetersiz.

2003 yılında baraj yapımı tamamlandıktan sonra, projenin kalan kısmına karşı yerel direnişler patlak verdi. Hayvancılığa dayanan geçimlerini ve evlerini kaybetme ihtimalinin verdiği öfke bir yana, Munzur’un Alevileri kutsal saydıkları doğal yaşama karşı tehdide karşı çıktılar. Eylemci avukat Barış Yıldırım bana “ Nehre baraj yapmak, canımızdan can almaktır.” dedi. Resmi makamlara barajlar hakkında bilgi almak için gönderilen birçok mail cevapsız kaldı; ama geçmişte Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı maksatlarının bölge için daha fazla elektrik üreterek bölgenin gelişmesini desteklemek olduğunu söylemişti. Oysa yerel halk buna inanmadı. Birçoğu, nehre baraj yapılmasının esas amacının onları bölgeden bir kalemde boşaltmak olduğuna eminler. Neden? Yıldırım Bey  “ Çünkü Kürdüz, Aleviyiz. Burayı terk etmemizi ve kim olduğumuzu unutmamızı istiyorlar” dedi.

31 Ekim 2014 tarihinde, baraj karşıtı eylemciler Hürriyet gazetesinin “Kentin simgesinin zaferi” olarak adlandırdığı ve en azından şimdilik baraj yapımını durdurma kararının çıktığı mahkemeyi kazandılar. Eğer baraj planları yeniden ortaya çıkarılırsa ki çıkarılabilir, Munzur halkı şüphesiz bir kez daha başkaldırır. Bana “Kazanacağız” dendi. “ Bu topraklar için mücadele etmekten asla vazgeçmeyeceğiz.

Munzur’la eşi benzeri olmayan manevi bağı paylaşmasam bile, onların bu gayretini anlamak kolaydı. Birçok kez, kayda değer bir şey olmadığında, saf mutluluk anlarıyla kendimden geçiyordum. Çobanların sürüleriyle salınarak kırlarından geçtiği, çanların çaldığı, göğün karanlık ve dağınık ufkunda ilk yıldızların parladığı, dumanlı bir eflatunun içine gizlenmiş bu yüce zirvelerde bir akşamüstü köylerin arasında yürümek dünyevi olduğu kadar olağanüstüydü de. Apaçıktır ki, bu cömert ve açık görüşlü kültürün özü bir şekilde mekânın özüyle kaynaşıyor ve uyuşuyordu. Bu ikisi ayrılamaz gibi görünüyordu.

Munzur’un kaynağında Hayri Dede’yle konuştuğum gün, sohbetimizi kendi yazdığı bir şiiri ezberden okuyarak sonlandırdı. Şiirin sonlarına doğru gözleri yaşlarla doldu. Serde son iki satırı tercüme etti: “ Öldüğümde bedenimi yakın ve küllerimi Munzur’a savurun.” Bu vadiye yazılmış bir sevda şiiriydi.

Şüphesiz onun cenneti burada, yeryüzünde…

Haberin orijinal metnine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

http://www.nytimes.com/2015/06/28/travel/finding-paradise-in-turkeys-munzur-valley.html?mwrsm=Email&_r=0