Filmler, size ait oldukları ülkenin kodlarını verir. Uzakdoğu’da bir semtte günlerce bir ülkenin sinemasını izlerseniz orası hakkında pek çok bilgiye sahip olabilirsiniz. Oysa Türk sinemasını dışarıdan takip eden birinin, bu ülkedeki milyonlarca Alevi’den haberdar olması zor. Alevilerin ‘görülmeme’ sebeplerine baktık.

 

Cumhuriyetin arzuladığı bir vatandaş profili vardı. Aleviler, bu profile uymayan onlarca gruptan biriydi ve sosyal yaşamdaki bu zorunlu sessizlikleri Türk sinemasına da ‘yoklukları’ ile yansıdı. Son otuz yılda az da olsa Alevi karakterlerle karşılaştık. Fakat bunlar gerçek Alevileri yansıtmaktan daha çok arzulanan vatandaşa yanaştırılan yani ‘orta yolu bulan’ karakterlerdi. Alevilikleri ise gizli göndermelerle fark edilebiliyordu. Deli Yürek dizisindeki Kuşçu karakteri gibi.

 

‘Dersim’in Kayıp Kızları’ (2010) belgeselinin yönetmenlerinden Nezahat Gündoğan, Türk sinemasında ötekileştirilme de olsa aşağılanma da olsa, Alevi karakterinin gösterilmediğine dikkat çekiyor. Gündoğan, “Para düşkünü Yahudi’dir ya da kafanızda çizilmiş bir Ermeni karakteri vardır. Keza romanlar da öyledir. Ama bir Alevi karakteri bu şekilde bile yoktur.” diyor. Nezahat Gündoğan’ın eşi yönetmen Kazım Gündoğan ise “Sazların bile yasaklandığı günlerden geçen bu ülkede sinemada Alevi karakterini aramak çok ütopik. Sosyal alanda olmayan, olamayan bir kültürü sinemada, edebiyatta görmeniz zor. Varlık, yokluk sorunu yaşıyorken sanatta aramak mümkün değil” diyor.

 

Alevilerin sinemadaki sessizliği ilk kez Fikret Uçak’ın 1967 yapımı ‘Hacı Bektaş Veli’ ve Asaf Tengiz’in 1973 yapımı ‘Ali ile Gül’ filmleri ile bir nebze olsun bozulur. 1973 yılında daha sonra kült bir film olan Pir Sultan ile devam eder. Bunlar çok net Aleviliği işleyen filmler. Fakat Kazım Gündoğdu’nun hatırlattığı gibi o dönemlerde Berlin’de Altın Ayı ödülü alan Susuz Yaz bir Alevi köyünde geçer ama orada Alevilere dair hiçbir şey göremezsiniz. Kazım Gündoğdu, “Bunu sadece biz biliyoruz” diyor.

 

Avrupa’dan ses verdiler

 

1950’lerde tüm ülkede köylerden kente hatta Avrupa’ya göçün içinde yer aldı Aleviler. Ve şehirde Alevi kimlikleriyle görünür olmaya başladılar. 70’lerde ülkedeki iç karışıklığın bir tarafında hep ana karakter oldular. Kah sol sahiplendi, kah CHP sahiplendi, kah Kürt hareketi. Nihayet 2000’lerin başında muhafazakâr bir parti sorunlarını çözme vaadiyle yine ana karakter etti Alevileri. Ama bu ardı arkası kesilmeyen sahiplenmeler birçok dramı yaşamalarını engelleyemedi; 75’te Malatya, 78’de Kahramanmaraş, 80’de Çorum olayları. 1993’te Sivas, 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi… 1990’larda Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ile her kesim sesini duyurmaya başlasa da Aleviler yine gerilerde kalmaya devam etti.

 

2000’li yıllara gelindiğinde Avrupa’dan sesleri duyulmaya başlandı. Danimarkalı Elisabeth Rygard’ın 2000 yapımı ‘Gönlümdeki Köşk Olmasa’, Barış Pirhasan’ın 2001 yapımı ‘O da Beni Seviyor’ gibi örnekler, sinemada günlük hayattaki Alevileri anlatmaya başladı. Ama asıl sıçrama, 2008 yapımı Aydın Bulut’a ait ‘Başka Semtin Çocukları’, A. Haluk Ünal’ın 2011 yapımı ‘Saklı Hayatlar’ ve Ahmet Ümit’in romanından uyarlanan 2011 yapımı ‘Bir Ses Böler Geceyi’ filmleri ile oldu. Burada bile sıradan, öylece arkadan geçen, alışılmış bir figür değildi Alevi karakterleri. Ya Çorum olayları ya da Sünni-Alevi aile çatışmaları izlendi. O kadar yeniydi ki bu karakter, normalleşemedi bir türlü. Alevilerin sinemanın dili aracılığıyla devletle ve toplumla hesaplaşması anlamına da gelen Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftinin imza attığı ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ (2010) ve 2014 yapımı ‘Hay Way Zaman’ isimli belgeselleri en son örneklerden.

 

Acılarıyla var olmak

 

‘Gönlümdeki Köşk Olmasa’ filminde sahneler tüm doğallığı ile bir Alevi köyünde geçer. ‘O da Beni Seviyor’da ise Alevi bir gencin aşkı anlatılır. Esma, kötü ders notları dolayısıyla ceza olarak gittiği köyde Alevi bir gence âşık olur. ‘Başka Semtin Çocukları’nda Veysel, bir Alevi ailenin çocuğudur. Film, varoşları, delikanlılığı ve inanç motiflerini birlikte işleyerek göze sokmadan bir Alevi karakterini sunar. Doğal, sıradan hayatın içinden, şehrin sokaklarından akar Alevi karakter… ‘Saklı Hayatlar’da ise Çorum katliamından kaçıp gelen bir ailenin kızı söz konusudur. Bu filmde ana tema Çorum olaylarıdır. Alevi olan genç kız ile Sünni bir delikanlının ilişkileri ve ailelerin refleksleri birlikte incelenir. ‘Bir Ses Böler Geceyi’ filminde İsmail karakterinin ‘sofu’ olan dedesi ile büyümesi aktarılır. Film, merkeze yine Aleviliği almıştır. Seyirci, akademisyen Süha karakterinin dışarıdan olan biteni, bir cemevini izlemesine şahit olur. Alevilerin belgesellerde yer alması ise yine ‘acılar’ odaklı olur. Tıpkı; Çayan Demirel’in ‘Dersim 38 (2006)’, Özgür Fındık’ın ‘Kara Vagon (2011)’ ve yine Fındık’ın 2013 yapımı ‘Olağan Haller’ belgeselleri gibi. “Dersim’in Kızları” belgeselinin yönetmeni Kazım Gündoğan, “Diğer yönetmenler filmlerinde sıradan Alevi karakterine yer vermiyor, sizin böyle bir karakteri kendi işlerinizde doğallaştırıp vermemenizin sebebi nedir?” diye sorunca şöyle cevap veriyor: “Dersim olaylarına dair 72 yıl boyunca elle tutulur bir şey yapılmamışken ve böyle kapalı bir kutu varken işin aslı başka bir konuya dair sanatımı icra etmem zor. Benim yaram iyileşirse belki o zaman başka konulara odaklanabilirim. Bu ülkenin sanatçıları ve aydınları bunu yapmamışken ben de o gruba ait olmak istemedim. Altın Portakal’da ödül alınca yüzlerce Dersimli bize ulaştı ve bize bir misyon yüklendi. Bunun dışına çıkmak yakın zamanda belki de zor. Ben bir eşcinselin sorunu ile de, maden işçisi ile de ilgileniyorum ama Dersim’e kimse sahip çıkmadığından ‘Dersim’in Kayıp Kızları’nı çekmek bize düşüyor.”

 

Türk sinemasında estetik inanç filmleri bulmak imkânsız

 

Sinema yazarı Rıza Oylum ise sinemanın Aleviliği ele alışına dair farklı bir tespitte bulunuyor. Oylum’a göre Türk sinemasında genel olarak inanç kavramının güçlü bir karşılığı yok. Estetik inanç filmleri bulmak neredeyse imkânsız. Oylum, Alevilerin ise yaşadıkları ve inanç önderlerine dair son derece kısıtlı bir arşiv olduğuna dikkat çekiyor. Oylum, “Şehir hayatının kendi dinamikleri içinde kapalı bir toplumsal hayatın ürünü olan bu kültür, giderek etki alanını yitiriyor. Ya hâkim inanç gruplarına benziyor ya da dönüşerek farklı bir yapıya bürünüyor. Aleviliğin ne olduğu, Alevilerin ne istediği, Aleviliğin tarihsel gelişimi, Alevi önderler, Alevilerin yaşadığı kıyımlar… Bu zengin ve acı dolu tarihin sinema sanatının görsel kültürüyle buluşması artık elzem.” diyor.

 

Bu görünmezliği Aleviler de içselleştirdi

 

Cemal Taş (Dersim araştırmacısı): Alevileri sinemada göremememizin sebebi Alevilerin bile ‘toplumda görmek istenmemelerini içselleştirip kabul etmeleri’ belki de. Babam bile bana ‘Alevi olduğunu, hele ki Dersimli olduğunu kesinlikle söyleme.’ derdi. Bir Alevi olarak çok büyük başarılara imza atarsanız bir nebze şansınız olsa da, o zaman bile bu kimliğiniz çok gerilerde kalır. Sanat dünyasında bunun örneği çoktur. Devlet kadrolarındaki memurun Alevi olarak yükselmesi ne kadar zor ise sanat dünyasında da böyle. Alevi bir yönetmenseniz, bunu belli etmemek adına bile o Alevi karakterini oraya koyamazsınız. Son dönemde ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinde hem de gayet övgü ile bahsedildi Alevilerden ama yine de âşikâr değil. Belki biraz haberdar olanların fark edeceği birkaç unsur işlendi. Bunun dışında sinemada görmüyoruz.

 

Aleviler, bağlama kadar kamerayı da eline almalı

 

Rıza Oylum (Sinema yazarı): 1973 yapımı Pir Sultan filmini çölde vaha bulmuşçasına bıkmadan usanmadan yıllarca izleyen Aleviler, özveriyle yapılmış birkaç çalışmanın dışında bu kültürün görsel hazinesinden yoksunlar. Aleviler, uğradıkları kıyımların hepsinin sırasıyla ülke gündeminde yer işgal etmesini beklerlerse beyhude bir umudun peşinde sürüklenecekler. Anlıyoruz ki Anadolu, kamerayla buluşacak hikâyelerle dolu. Alevi dernekleri sistemli bir proje içinde yer alarak Aleviliğin görsel arşivini hazırlamayı da kendilerine iş edinmeli. Söz gelimi, Alevi köylerine cami yapımının tarihiyle başlayabilir, büyük şehirlerde sıkışan Alevi semtlerindeki sosyal yaşamla devam edebilirler. Uğradıkları katliamları da, toplumsal problemlerini de kamera mercekleriyle buluşturmanın yollarını bulmalılar. Görünür olmayı, farkındalık yaratmanın alternatiflerini düşünmeliler. Aleviler kendi filmlerini kendileri çekmeli, hayatlarını, yaşam pratiklerini sinema sanatıyla buluşturmalılar. Bunun için emek vermeliler. Alevi dernekleri; görselliğin etki alanından faydalanma adına bağlama kursu, semah kursu gibi etkinliklerin yanında, kamera eğitimi, yönetmenlik gibi eğitimleri de gündemlerine almalılar. Yoksa aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça, tarihi avcılar yazmaya devam eder.

 

Emel Kartal – Zaman