NACİYE YILDIZ

2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nın vizyonu “gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, AB’ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye” olarak belirlenmiş. Aynı planın temel ilkelerini “toplumsal diyalog, katılımcılık, toplumsal katkı ve sahiplenme, doğa ve kültürel varlıklar ile çevrenin gelecek nesilleri de dikkate alan bir anlayış içinde korunması” ve “kırsal kesimde kalkınmanın sağlanması” oluşturuyor.
Dokuzuncu Kalkınma Planı’nın temel ilkeleri bağlamında bakıldığında Munzur Vadisi’nde yürütülmekte olan enerji üretimini amaçlayan barajlar projesinin her şeyden önce Tunceli halkının katılımını sağlamadığı ve buna bağlı olarak sahiplenilmediği ve desteklenmediği açık. Bunu nereden mi biliyoruz? Henüz Tunceli demokratik açılım tartışmaları ile ülke gündemini işgal etmemişken, barajlara karşı yörede yapılan kitlesel gösterilerin ana haber bültenlerinde yer bulmasından. Ve son olarak Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinde küçük çocukların dünyanın başka coğrafyalarında ödüllendirilen çevre duyarlılığıyla “Munzur’a baraj istemiyoruz, Munzur özgür akacak” sloganları eşliğinde fotoğraf çekimini vesile yaparak Munzur’a sahip çıkmalarından.
Munzur Vadisi’nde yürütülen proje, Dokuzuncu Kalkınma Planı’nın “doğa ve kültürel varlıklar ile çevrenin gelecek nesilleri de dikkate alan bir anlayış içinde korunması” ve “insan odaklı bir gelişme” ilkesi ile de uyuşmuyor. Milli Park ilan edilmiş, biyolojik çeşitliliği resmi olarak tescillenmiş, farklı inanç yapısı ve kutsal mekânlarıyla koruma altına alınıp geliştirilmesi gereken Munzur Vadisi’nde bütün o acılı geçmiş yok oluyor. Bu kadar da değil. Munzur Vadisi’ni yurt tutmuş binler göçe zorlanıyor. Bu insanların hem yörede hem de büyük kentlerde istihdam edilemeyecekleri herkesin malumu. Enerji üretilirken yeni işsizler ve yoksullar yaratılıyor, sadece geçmiş değil gelecek de sular altında kalıyor. Özce Munzur Vadisi’nde yürütülmekte olan enerji projesi, Dokuzuncu Kalkınma Planı’nın temel ilkeleriyle çelişiyor. Bu gidiş projenin geri dönüşü olmayan sonuçlarının yöre halkına zorla dayatılması anlamına gelir. Bunun da demokrasi ile uzaktan yakından alakası yok. Demokrasi bir kesim üzerine uygulanan kararlara muhataplarının da katılımının sağlandığı rejimin adıdır, zora dayanmaz.
Munzur Vadisi’nde yapılan barajlar, Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği’nin çevre, ortak tarım ve sürdürülebilir kırsal kalkınma politikaları ile de çelişiyor. Avrupa Komisyonu’nun Tarım ve Kırsal Kalkınma biriminin yayınladığı bir broşürde şu soru soruluyor: “Neden kırsal kesimin gelişmesini sağlayacak bir politikaya ihtiyacımız var?” Yanıt yeni sorularda aranıyor: Ucuz, kendi bölgenizde yetişmiş kaliteli ve güvenli gıda ürünleri tüketmek istemez misiniz? İklim değişikliği ve çevreye ilişkin bir kaygınız yok mu? Kafanızda özlemini çektiğiniz veya hayalini kurduğunuz bir kır bölgesi yok mu? Ve sizin için kırsal bölgelerin yaşanır ve canlı olması, kalması önemli değil mi? Son günlerdeki genetiği değiştirilmiş organizmalar, pahalı organik ürünler, tarım kesimindeki yoksulluk ve gıda güvenliği tartışmalarına bakıldığında Türkiye’de de bu sorulara “evet” yanıtı vermemek için hiçbir neden yok. Munzur Vadisi’nin doğal halini muhafaza edip destekleyerek, Tunceli ve Türkiye halkına ucuz, sağlıklı, güvenli gıda sağlanabilecekken yörenin doğal kaynaklarını geri dönülmeyecek biçimde kirletmek ve tüketmek, Avrupa Birliği’nin ekonomik aklı ile de uyuşmuyor. Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalışan Türkiye’nin kırsal kalkınmayı, geleneksel tarımsal üretimi desteklemesi ve koruması gerekirken Munzur Vadisi gibi zengin su, toprak kaynaklarına ve biyolojik çeşitliliğe sahip bir bölgeyi talana açması üyelik kriterlerinden sapmadır. 

Munzur’un intikamı
Buna bağlı olarak “demokratikleşmemizde” dış dinamik olarak değerlendirilen Avrupa Birliği’ne de sorumluluk düşüyor. Neoliberal anayasasında yer alan fiyat istikrarı, düşük enflasyon, bütçe disiplini gibi kriterlere uyulmaması halinde sesini yükselten AB’nin ilerleme raporlarında sadece doğrudan gelir desteğine yönelik eleştirilere değil, Munzur Vadisi’ndeki doğa tahribatına, kırsal kalkınmayı engelleyen diğer uygulamalar ve bunların insani boyutlarına da yer vermesi gerekir. Sonuçta Opel fabrikasının bulunduğu Rüsselsheim çok sayıda Tuncelilinin çalıştığı ve yaşadığı bir kent olması dolayısıyla “Dersimland” olarak anılırken ve Opel’i satmaktan vazgeçen GM on bin çalışanı işten çıkaracağını beyan etmişken, Tunceli’den kopacak yeni bir göç dalgasının Avrupa Birliği’nin sınırlarına dayanmasını Avrupa Birliği de istemez. İşsiz, yoksul insan kız/oğullarından oluşan bir sel bu, Munzur değil ki önüne set çekilebilsin. Ayrıca önüne set çekilen Munzur’un intikamının Ayamama Deresi gibi acı olacağını tahmin etmek de güç olmasa gerek.
Uzunçayır Barajı’nda Ağustos ayından itibaren su tutulmaya başlanması, buraya kadar değinilen kaygı ve sorunlar ile devlet büyüklerimizin sözlerinin pek dikkate alınmadığına işaret ediyor. Munzur’a dokunulmaması için geriye kalıyor bir tek “umut”: O da neoliberal rekabet. Avrupa Birliği çevreci kırsal kalkınmaya verdiği önemi aynı zamanda en rekabetçi kırsal kesime sahip olma amacıyla da gerekçelendiriyor. Yani kirletilmemiş bir doğa önemli bir rekabet unsuru. Aynı gerekçe AB üyesi olmaya çalışan Türkiye için de geçerlidir herhalde. Nitekim devlet büyüklerimiz her vesile ile daha rekabetçi bir Türkiye için çalıştıklarını beyan ediyorlar. Tunceli halkının iradesi, demokratik açılım, biyolojik çeşitlilik, çevrenin ve doğal kaynakların korunması bir şey ifade etmiyorsa, hiç değilse Türkiye’nin daha rekabetçi bir tarım sektörüne, AB’nin de kirlenmemiş kırsal bölgeleri olan bir üye ülkeye sahip olması için çok geç olmadan bu proje üzerinde tekrar düşünülmesinin ve tartışılmasının zamanıdır. 

NACİYE YILDIZ: Dicle Üni.