On dokuz yıl evveldi. Şubattı, perşembe gecesinden gelmişti gardiyanlara haber: Sabah horozlar ötmeden yola çıkıyorduk. Sevkler sıkı bir gizlilik içinde olurdu ama hep cumalarıydı. Malatya Hapishanesine nakledilecektik. DGM ordaydı, yazgımıza karar verenler de, suçumuz hep malumdu. Girişte hoş geldin dayağı var, hazır olun, diye tembihlemiştiler bizi. Gece hiç kimseyi uyku tutmadı, Malatya nasıl olacaktı, gardiyanlar bizimkiler kadar iyi miydi, hoş geldin dayağını nasıl karşılayacaktık, sorular, bitmeyen meraklar.

Tek göz açık uyuduk, on altı kişi sabah kollarımızdan zincirlendik, zinciri en sıkı olan sendin. İri cüssen, kızıl bıyıkların sadece zincirini sıkmayacak, gideceğimiz hapishanede de seni lider yapacaktı. On altı can, elli üçlük Ali amcadan bıyıkları terlememiş Mazgirtliye, on altı insan eski mavi bir ring aracına istiflendik. Yolculuk dört saatti, mola yoktu, sadece boş bir pet şişeye izin verdiler, çişimizi içine yapalım diye.

Eziyet ve işkenceden ibaret bir yolculuktan sonra yüksek duvarlı bir avluya bırakıldık. Ellerinde tahta coplar olan askerler, sağa sola, başta bize, birbirlerine hep küfrediyordu. Copları ellerine vuruyor, en nazik sözcükleri lan, oluyordu. Hepimizi bir masaya tek tek çağırdılar, suçumuzu saydırma, beğenmediklerine psikolojik baskı ve hakaret bol, dayak yoktu. Senin cüssene baktılar, böyle iri kıyım, kızıl sakallı biri nasıl yirmili yaşlarda olur, inanmadılar. Etrafında dolaştılar. Kimliği sahte mi, diye kendi aralarında konuştular. Aylardır ellerinde olan adamın kimliğinden şüpheleniyorlardı. Bu iri cüsse meselesi sanırım peşini hiç bırakmadı, işkenceciler askıya alamadılar, tahta bir sandalyede parmaklarına ve penisine elektrik verdiler, hadi elektrikçi dayan, diye sırıtarak. Sokakta ve işyerinde diş geçiremeyen kötü insanlar ise sıkılı dev yumruklarından korktular. Kimseye vurduğunu, kötü söz söylediğini ise hiç görmedim, duymadım.

On altı can bir koğuşa tıkıldık. Yemekler berbat, ilişkiler soğuktu, hapishanenin öncekileri bizleri yadırgadı. Askerler gibi, bize emirler verenleri bile vardı. Ali amcaya bulaşık ve yemek görevi verdirmedin. Onun yerini aldın. Başlarda sana takılmıştı, iri cüssene laf ediyordu, tıpkı askerler gibi. Hüseyin bey, diyordu, siz devrim yapamazsınız, bu Mesut bey koşamaz bile. Sonraları senin de Şadilli kökenli olduğunu öğrenmiş, tavrı bir anda değişmiş, Mesut Beyliğe terfi etmiştin. Sigarasını yakıp, sobanın başına çöktüğü akşam saatlerinde Ali amca bana dönüp, Hüseyin bey, bu Mesut bey çok ileri görüşlü biri, üniversite okumuş, TEDAŞ sınavını kazanmış, gelmiş burada bizim için yatıyor, demişti. Bizde hal böyleydi, aile ve aşiret kökeni önceki kuşaklarda hep öndeydi.

Bir kaç ay yattık. DGM'ye çıktık, beraat ettik. Hakim tahliye kararımızı okuyunca, elektrik teknikeri, lokanta aşçısı ve hukuk öğrencisi tuhaf gruba, haydi herkes işine dönsün, sen bunların lideri Hukuk'taki sınıfına, sen lokantadaki mutfağına, sen ise elektrikçilik işine dön, deyivermişti. İşine döndün, güvenlik soruşturması zilletini atlattın, ama ardından hemen batıya sürüldün. Orada da siviller peşindeydi, işyerine gelmiş, açık bir gözdağı vermişlerdi. Bizi de peşine taktın bir gün, Balıkesir'e götürdün. Vali Yemeği de yedik, işyerine de geldik, polisler için nasıl bir yol izleyebileceğimizi de konuştuk. Seni Genç Komünistler Partisi adlı olmayan örgüte üyelikle, OHAL kararnameleriyle ta Balıkesir'e gönderenler, orada da işbaşındaydılar. Ee ne de olsa, devlette süreklilik vardı.

Yılmadın, kaç sendikaya üye, hangisine yönetici oldun, kaç mitinge, hangi yürüyüşlere gittin, Ankara'ya kaç kez geldin, ömrünün ne kadarını çalışanların sorunlarına adadın, eşinin, kızın Deniz'in ne kadar zamanını çaldın, bilmiyorum. Ama zamanını emeğe ve sınıf kaderdaşlarına verdin, sendikal ve siyasal kimliğini korudun. Seni fişleyenleri, izleyenleri, takip edenleri hiç yanıltmadın, utandırmadın.

OHAL valisinin denetlenemez kararnamesine konu olan sen İzmir'de devam ederken mücadeleye, yolun Ankara'ya düştü. Denizini ve sevgi dolu eşini bir günlüğüne bıraktın, yorgundun ama gitmek gerekiyordu. Geldin, gördün, patlayan bir bombayla düştün. Kızıl bıyıklarına, iri ellerine ve hep gülen gözlerine kan bulaştı. Kaldığımız hapishane yankılandı, peşindeki polisler duydular adını haberlerde, küçük Denizcik sarsıldı, eşin ve biz seni seven yoldaşların kahrolduk. Bir yaşam, mücadele ve ölüm buraya kadardı işte. Basit ve korkunç. Tıpkı yıllar evvel, Bolu'da başka bir saldırıda yiten kuzenin Kenan gibi.

Şimdi yan yanayız, Dersim'den Malatya'ya yaptığımız yolculuktan daha uzun şu anki, daha sessiz ve kederden gebermekteyiz. Beraberiz yine, hiç ayrılmadık. Kollarında, kollarımızda zincir yok, başımızda askerler de, dinmeyen kahkahan da. Hayatımızın özetidir başına gelenler, yüz insanın ölümü, varlığımızdandır çektiklerimiz.

Değişecek, Deniz'e sözümüz olsun. Adın yaşayacak, kızıl sakalların ve hep gülümseyen gözlerin hafızamızda olacak. Adın yaşayacak sevgili yoldaşım, biz ve Deniz yaşadıkça. Seni bizden alan bombanın değdiği yerlerinden, kollarından, yüzünden, kızıl sakallarından, kocaman ellerinden öperim..

 

*Hüseyin AYGÜN