Hay Way Zaman“‘ adlı belgesel gösterildi. Film gösteriminden sonra yönetmen Nezahat Gündoğan; Alman, Türk, Kürt ve Ermeni izleyicilerle bir söyleşi gerçekleştirdi. Burada aynı zamanda, tercümeye ruh katan Recai Hallacı’nın inanılmaz katkısını da belirtmeden geҫmek olmaz.

Gösterilen belgesel, Dersim 1937-38 katliamında beş altı yaşlarında iken, katledilen aile fertlerinden zorla koparılarak alınan, „besleme“ bir kız ҫocuk olan Emoş’un trajik hikayesi gibi algılansa da, ondan daha büyük bir olguyu; şizofrenik, patalojik kişilik yarılmalarını, „katil“ ile „kurbanın“ yılları aşan zorunlu birlikte yaşamlarının konu edindiği,  soykırımların ve katliamların yaşandığı toplumun mikro resminin bir bireyin yaşam hikayesi vasıtasıyla ҫekilmek istendiği görülüyor. Belgeseli, yaşanan bir trajediyi en kanayan yerinden ele alan, o trajedinin anlaşılmasını sağlamaya ve de sağaltmaya çalışılan psikoterapik bir uğraş olarak okumak da mümkün. Ayrıca bu güne kadar gizlenen ya da Türk toplumunda katliamlardan artakalan  ҫocukların evlatlık hikayelerinin görünmeyen besleme yüzünü toplumsal tartışmaya aҫmasıyla da ilginҫlik gösterir.

Kendilerinden yalnızca aileleri katledilerek alınmayan, aynı zamanda ҫocuklukları ve yetişkinlikleri de  ҫalınan, evlatlık“ adı altında „besleme“ olarak alıkonulan ҫocuk yaştakı kız ҫocukların inanılmaz trajik gerҫekliğini ҫarpıcı ve acımasız bir sahicilikle izleyiciye sunması belgeseli daha anlamlı kılmış.

Ermeni Soykırımında „potensiyeleş“ olarak alıkonulan kız ҫocukların, Dersim Soykırımında „besleme“ olarak karşımıza çıkması, belgeselin katliamlardan artakalan kız ҫocuklarının trajedisi olarak okunmasını sağlıyor. Bu olgu, tarihsel anlamda totaliter bir ideolojinin farklı zamanları, izlekleri ve uygulamaları hakkında da bilgi veriyor.

„Hay Way Zaman“‘ı;  izleyicileri içine alan, ona kendi acısının ağusunu bulaştıran, zamana bir belgesel olmaktan çok, kanayan bir trajedinin fotoğrafı olarak düşen, anlaşılmak iҫin atılan bir ҫığlık olarak tanımlamak daha doğru olur. Başka bir söyleyişle, insanın varoluşunu sorgulayan psiko-patalojik bir yüzleşmenin resme yansımasıdır denilebilir.

Belgeseli önemli kılan şey, sunumun bir katliam belgeseli olmasından çok, gerçek, acı çeken, hüznü yaşayan, patalojik ve şizofrenik diyebileceğimiz hayatları konu edinmesiydi. İki yaşlının yaşanmış acılarından yola çıkılarak kollektif çoğul bir acıya ses verilmeye çalışılması, bu filmin diğer belgesellerden farklılaşmasını sağlıyor. Belgesel de sinema ve fotoğraf tekniğinin iyi kullanılması estetik bir algı seçiciliğinin de oluşmasına katkı sunmakta.

Hay Way Zaman’ını; Türk toplumunun üstünde döne duran, ona kollektif suҫlarını hatırlatan bir hayalet olarak okuyabilmek de mümkün. Filmin asıl mesajı, sağalmamızın ve bu kabustan uyanmamızın zorunlu olduğunu sıklıkla hatırlatmış olmasıdır. Sinema perdesinin, izleyicileri geçmişe götüren bir zaman tüneli işlevini görmesinin etkilerini, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan’ın doktor gelini Nuray Ҫetinkaya Örgenin yönetmen Gündoğana dönerek “Biz Atatürk’ün çocukları ve torunları olarak bu acıları bilmiyorduk; yaşanan bu acılardan ötürü Atatürk’ün çocukları olarak sizlerden özür diliyorum.“ Itirafindan anladık. Başka bir söyleyişle bu belgesel, kabuk bağlamış yaraları yeniden kanatmaktan ҫok, kanayan ve bir türlü iyileşmeyen yaraların sağaltma eylemi olarak okunmasıdır.

Yönetmen ve yapımcının soykırımların, katliamların yaşandığı coğrafyalarda acıların insani olma özelliklerini geri plana itmeden ve pragma eksenli olarak politikanın taraflarının hizmetine sunmadan, politik ve sosyal rant gibi yaklaşımlardan bilinҫli olarak kaҫınması, belgeseli daha da anlamlı kılmasını sağlamış.

Normalde yazarlar, sanatҫılar, toplumsal derdi olan arayışҫılar kendi acılarını ya diğer acılardan çoğaltır ya da birey olarak ҫektiği acıyı diğer acılara mekan ederek, acıların buluşmasını sağlar. Tanıklığını ettiğimiz şey sadece bir belgesel değil, daha ҫok gizlenerek yaşanmış lal acıların ҫözülmüş şifreleriydi. Her çığlık tarihin bir diğer çığlığını saklamıştı kendisinde. Her kapı bir başka acıya aҫılıyordu ve her kilit bir başka acının kilidini taşıyordu. Emoş teyzenin ҫocukluktan ödünҫ aldığı ҫığlığı, iҫinde Ermeni ҫocuklarının soykırım acılarını  saklaması gibi.

Dersim soykırımında aileleri katledilen çocukların hikayesini, o çocuklardan biri olan Emoş’tan yola çıkarak anlatması ve onu o dönemde kendisi gibi çocuk olan, ama yaşadığı mekanda kalmayı saklanarak beceren bir başka tanık Hüseyin Amca ile buluşturarak, acıların algısındaki farklılığı izleyiciye sunması, yönetmenin sosyolojik gözlemci bakışaҫısıyla olaya bakmak istediği fikrini güҫlendirmekte.

Emoş teyzenin, yaşamı boyunca yalnız trajik acılarını gizlemekle sınırlı kalmayıp gayet normal, sıradan bir kadın gibi davranmaya kalkışması, onun yarılan bir kişilik geliştirmesini beraberinden getiriyor. Bu yarılmış kişiliği günlük „normal“ kimliği ile örtme ҫabası, izleyiciye travma olgularına dah aderinden bakmasının zorunluluğunu hatırlatıyor.

Filmin doruk noktasını, kendi çocukluğunu hatırlamak istemeyen bir kız çocuğu ile kendi katliamını anımsamak istemeyen bir sistem ve toplumun alagorik analojilerini konu edinmesi oluşturur. Fail, kurban ve tanık ilişkilerini Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza“ romanında olduğu gibi ҫarpıcı yönleriyle sunan ve bunu yaparken insanı yaşamın kıyısından da dolaştıran bir belgesel.

Belgeselde, Emoş’un ailesiyle birlikte bir bütün olarak çocukluk arkadaşlarını, akrabalarını katleden yada katletme emrini vermesinde-büyük ihtimalle-önemli bir rol oynayan, çocukları ve eşi de olan „katliam failinin“  kurbanın „babası“ rolünü oynaması, hem kurban aҫısından hem de kurbanın ҫocukları açısından trajikomik bir görünüm sunmakta. Bu bağlamda, Dersimli besleme yetimlerle Ermeni soykırımından artakalan güzel kız ve kadınların, aileleri katledilirken, “potansiyel eş“ olarak alınmaları arasındaki tarihsel benzerliğe ince göndermeler yapılmaması ciddi bireksiklik olarak karşımıza ҫıkar.Yaşanılan coğrafyada, Ermeninenelerin gelin, Dersimli kız ҫocukların besleme yetimler oluşları e her iki durumda da katliam faillerinin kurtarıcı „baba“ ve „eş“ olarak karşımıza ҫıkmaları olayın trajik boyutununda yanılmaz gerҫekliği hakkında da bilgi verir.

Belgesel iki farklı soykırımdaki kız ҫocuklarının kaderlerini tartışmaya aҫsaydı daha anlamlı olacaktı, bunun sembolik boyuttada olsa işlenmemesi ciddi bireksiklik.

Filmi doğasını Dersim Coğrafyasının oluşturması ve bu coğrafyanın yaşanan acıların tanığı gibi hüzün kokması, bu doğanın daha çok acılı ve ağulu hikayeleri bağrında sakladığı izlenimi veriyor.

Civan Gasparyan’ın Duduk’a konuk ederek anlatmaya ҫalıştığı soykırım acılarının bir benzerini, Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın Hay Way Zaman ile yapmaya kalkıştığı söylenebilir. Hem Gasparyan hem de Gündoğanların, acıların anlaşılma köprüsünü sanat tuğlalarıyla örmek istedikleri anlamlı ҫabalarından farkedilir. Bir öҫ alıştan ҫok bir anlaşılma, yüzleşme ve sağaltma ugraşısı olduğu her yönüyle belli.

Sonuç olarak bu belgeselde yanlızca toplumsal acılar ve yüzleşme işlenmemiş,  aynı zamanda toplumsal trajedilerle ruhu yaralanmış bizim gibi toplumların sağalma mesajlarının kodları da serpiştirilerek verilmeye ҫalışılmıştır. İyi bir tarih okuyucusu olmayı beceren toplumlar olunması durumunda iyileşmenin ihtimal dahilinde olduğu, yoksa bu hasta durumun daha da illetli bir hal alacağı anlatılmak istenmiş. Başka bir deyişle, bu iki seҫeneğin dışında pek de  fazla alternatifimizin olmadığı anlatılmakta. Yönetmen sadece bir trajediyi görsellestirmemiş, nazikce iyileşelim mi? diye bir soruda sormuş.

Haki Gürtaş (Sosyolog)