. Benim bedenimi cemevinden kaldırsınlar. Alevi esaslarına göre uğurlanmak isterim.

Fransa’nın Liberation gazetesinde geçen ay bir makale yayımlandı: “Müslüman bir ülkede kadın olmak”.

 

Makale, edebiyatçı Sema Kaygusuz‘un imzasını taşıyordu.

 

Kaygusuz, makalede, hem Batılı toplumları Müslüman addedilen ülkelere yaklaşımları nedeniyle eleştiriyor hem de Türkiye’de halen tartışmalı olan “başörtüsü özgürlüğü” gibi konularda görüşlerini dile getiriyordu.

 

Norwich Writers’ Center ile British Council’ın ortaklaşa düzenledikleri program dahilinde 6 haftalığına İngiltere’ye gelen Sema Kaygusuz’la hem bu makaleyi, hem son kitabını, hem de gündemde olan konuları tartıştık.

 

Neden Liberation’a “Müslüman bir ülkede kadın olmak” başlıklı bir makale yazdınız?

 

Liberation gazetesi, “Müslüman bir ülkede kadın olmak” konulu bir makale dizisi başlattı. Tunus’tan, Cezayir’den, İran’dan ve Türkiye’den kadın yazarlara bu soruyu yöneltti. Her Cuma bir ülkeden bir yazarın yazısı yayımlandı, halen yayımlanıyor. Çok açık ki “Müslüman bir ülkede kadın olmak” sorusu anti-laik, ayrımcı ve son derece oryantalist bir soru. Derin bir İslamofobi’ye isaret ediyor. Ama demek ki böyle bir zihinsel iklim de oluşmuş. O yüzden kaleme aldığım yazıda öncelikle bu sorunun kendisini eleştirdim.

 

“Başörtüsü özgürlüğü”ne dair bir tespitiniz var makalede, örneğin. Diyorsunuz ki: “Niyeyse kimse başörtüsünün bir kadının evden çıkma aracı olduğunu akla getirmez.”

 

“Başörtüsüyle dışarı çıkabildiği için üniversiteye gidebilmiştir kızlar” dediğimde aslında bir genellemede bulunuyorum. Bazı başörtülü kadınları bu genelleme incitebilir. Fakat şu da bir gerçek ki ‘kadınların başını inancından ötürü örtüyor oldukları’ söylemi de bir genellemedir. Biz kimsenin kalbini bilemeyiz. Bazıları ilahi emir diye örtünür, bazıları da gelenekleri nedeniyle başını örtmezse dışarı çıkamayacağı için… Dışarı çıkmanın da bir aracıdır başörtüsü. Keşke şu başörtüsü özgürleşse de, keşke şu anda nedense sakinleşmiş olan bu tartışma yeniden alevlense de kadınlar başörtüsüyle kamuda görev alabilseler, üniversiteye gidebilseler, bu saçma yasakçı zihniyetten bir arınsak da başörtüsünü özgürce tartışabilsek. Özgür olmayan hiçbir şeyi kıyasıya irdeleyemeyiz, irdelediğimiz an yasakçı devletle aynı safa düşebiliriz çünkü.

 

Peki nasıl tartışılacak bu, sizin gibi düşünen başka insanlar da benzer kaygılardan ötürü bu gibi eleştirilerini dile getirmezse?

 

İşte bu tam Türkiye toplumunun bize yaşattığı zihinsel dayatma biçimi, bir kutuplaşma halidir. Doğal olarak yasakçı hiçbir zihniyetin bir parçası olarak görülmek istemem. Söz konusu edebi metin değilse, bazı düşünceleri kendime saklarım. Mesela derin bir kuşku duyuyorum başörtüsüyle ilgili. Antropolojik olarak, kültürel olarak, inançla ilişkisi, özgürlükle ilişkisi üzerinden henüz yanıtlanmamış sorularım var. Mesela başörtülü bir kadın hostes olmayı istemez mi, yüzücü olmayı, aktris olmayı istemez mi? Yani özgürlük dediğimiz çerçeve nedir, bunları sorgulamak istiyorum. Ama bunu merak etmeye başladığım andan itibaren zaten yaralı olan bir varoluşu daha da yaralamış olurum. Türkiye zihinsel tartışmalarını daima bekletiyor. Bazı konularda hep yüzeyde kalıyoruz. O yüzden en özgürleştirici düşünce yolu yine edebiyat. Edebiyatta her şeyi söyleyebiliriz.

 

Peki aynı makalede “Taptıkları Tanrı sadece para kazanmayı öğütlüyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yoksullar yoksullara, arsızlar arsızlara benziyor.” diyorsunuz. Hükümeti mi kast ediyorsunuz?

 

Hükümet ve yükselen yeni sermaye. Biz kendi aramızda laiklik, cumhuriyet tartışmaları yaparken, sermaye din iman tanımıyor. Yeşil sermayeyle seküler görünen sermaye çoktan birleşti. Türkiye aslında çok ciddi bir sınıfsal yarılma yaşıyor. Ben bu yazıyı sosyalist bir vurguyla bitirmek istedim. İnsanlar dinleriyle, başörtüleriyle değil, yoksulluklarıyla ve zenginlikleriyle aynılaşıyorlar.

 

Anlatı türündeki son kitabınız Karaduygun‘da da bir toplum eleştirisi var. Ama “Bilmek çok fena bir şey. Olup bitenleri değiştirememenin azabı daha yıkıcı oluyor.” da diyorsunuz. Türkiye gibi toplumsal hafızanın zayıf olduğu bir ülkede bilmek fena mı gerçekten? Acılar unutulmalı mı?

 

Hayır, hayır. Bilmek her şeyden önce yetişkin bir tavırdır. Bilgiye katlanmak gerekir çünkü. Howard Barker’in bir sözü vardır: “Bugünü incitiyor, ama daha dikkatli bakıyoruz ve biliyoruz yarın incinmeyecek.” Biz bugünü incitmekten o kadar ürküyoruz ki… Öyle duygusal yatırımlar yapmış ki toplum. Şeref, onur, yenilmezlik… Bunlar aşırı duygusal yatırımlar. Toplumun önce o duygusal yatırımlardan geri adım atması gerekiyor bilgiyi kabul etmesi için. “Bu topraklarda vaktiyle birileri katledilmiş”. Bu bilgi ağır. Bunu şu anda toplum göğüsleyemiyor. Ama bir yandan da bundan 10 yıl kadar önce Ermeni meselesi tabuydu. Demek ki anlatılarla, edebiyatla, yapılan belgesellerle, televizyon programlarıyla yavaş yavaş bilgi yerleşiyor. Türkiye’de ne yazık ki toplumsal hafızaya yerleşmekte olan bilgiyi destekleyen bir siyasi hazırlık yok. Mesela Başbakan’ın Dersim’den dilediği özür gerçek bir özür değildi. Bir tür gösteriydi. Bunu CHP’yi zor duruma düşürmek için yaptı.

 

Yani “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” demişti Başbakan geçen yıl, bunu samimi bulmuyorsunuz, öyle mi?

 

Özür resmi bir şeydir. Devletin resmi olarak özür dilemesi gerekirdi. Aynı zamanda özür dilenen insanları da inciten, onların yaralarının kabuklarını kanatan bir söylemdi bu. Çok travmatik bir şeydi. Özür özel bir vakar, törensel bir mahcubiyet gerektirir. Bir tür saygı gösterme biçimidir.

 

Siz kendi özelinizden bakarsanız, sonuçta Dersim katliamını yaşamış bir kuşağın torunusunuz, Başbakan özür dilediğinde siz tam olarak ne hissettiniz?

 

Kendimi istismar edilmiş hissettim açıkçası. Bu özrü de kabul etmiyorum bir torun olarak. Siyasi olarak istismar edildiğimi düşünüyorum. Çünkü Başbakan’ın derdi gerçekten Dersim ise bir, o şehrin ismi hâlâ Tunceli. Neden değişmedi? İki, neden sürgün insanlar hâlâ tazminatlarını almadılar? Mezar yerleri niçin belli değil? Bunun gibi bir sürü hukuki süreç var. Bu süreçlerin hiçbiri başlamadı dahi. Resmi bir özür hâlâ yok. Bir istismar söz konusu.

 

“İnsanın kendisini acısıyla önemsetmesi midemi bulandırıyor.” diyorsunuz son kitabınızda. Dersim katliamından, ailenizin çektiği acılardan bahsederken, kendinizin de başkalarının gözünde bu şekilde konumlanması gibi bir endişe taşıyor musunuz?

 

Evet. Edebiyatta en huzursuz olduğum dil kurban dilidir, mağdur dilidir. Çünkü mağduriyet dilinin sonu yok. O bir süre sonra acıyı, trajediyi melodram haline getirir, çürütür. Çok ağır, çok da ayıp bir şeydir. Hiç kimse gerçek tanıklar adına konuşamaz. Gerçek tanıklar ölülerdir. Dolayısıyla biz, bize kalan tortuyu insan olma vakarıyla ve insan olma utancı, mahcubiyetiyle ele almalıyız bence. İnsanın insana ettikleri karşısında başımıza geleni değil, “Bu başıma gelenlerden sonra ben nasıl yaşıyorum?” gibi bir öz eleştiriyle hayata bakmamız lâzım. Dersim’le ilgili romanım Yüzünde Bir Yer‘i yazarken kurban dili olmasın diye epey bir çaba harcadım. Umarım becerebilmişimdir.

 

Biraz da güncelden bahsedelim… Bugün AKP’nin Kongresi yapıldı. Başbakan Erdoğan, CHP’ye çağrıda bulundu ve “Terörü bitirmek için hazırsanız görüşelim” dedi. Bunun öncesinde de PKK lideri Abdullah Öcalan’la görüşmelerin tekrar başlayabileceğini ifade etmişti. Ama “siyasi uzantının bir fonksiyonu yok” diyerek BDP’yi sürecin dışında bırakmak istediğini de gösterdi. Siz geçenlerde Twitter’daki hesabınızda “Artık kimse ölüler adına konuşamaz. Ama ölmek üzere olanlar için diyebiliriz. Size yalvarıyorum, lütfen, Allah aşkına şu savaşı kaybedin.” demiştiniz. Umutlu musunuz?

 

Umut bizim ekmeğimiz haline geldi. Umutlu olmak istiyorum. Çözülmesini istiyorum. Barış dediğimiz şey narin bir şeydir. Kuşamlarından soyunmaktır. Hatta bir bakıma kaybetmektir. İki kişi kavga ettiğinde bile barışmak istediklerinde taviz verirler. Haklılıklarından taviz verebilirler, barışmak öyle bir şeydir. Hamasetten arınmaktır. Ama ne var ki Başbakan “1071′de Anadolu’ya geldik. 2071 yeni hedefimiz.” gibi şeyler söyledi. Yani hâlâ akıncılığın diliyle konuşuyor. Oysa Türkler 1071′de Anadolu’ya göç ettiğinde orada kadim halklar da vardı; Ermeniler, Rumlar, Kürtler… Sonra bir şiir okudu. Arif Nihat Asya’dan “Delikanlım… Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın…” Hâlâ fetihçi bir dil kullanıyor başbakan. Bu fetihçi dille nasıl barış yapılabilir ki? İçinde milliyetçi görüşler geçen hiçbir cümle barışçıl olamaz. Milliyetçilik paradoksal bir yalnızlık biçimidir.

 

Nasıl yani?

 

Şöyle açıklayayım. Bir feminist dünyanın neresine gitse feministlerin buluştuğu bir networke katılabilir. Bir sosyalist de öyle… Ya da bir gay, bir çevreci, satranç ya da briç oyuncusu… Küçük bir internet araştırmasıyla derhal bir topluluğa dahil olabilir. Ama bir milliyetçi sadece kendi ülkesinde, kendi arkadaşlarına mecbur kalır. Bir Türk milliyetçisiyle bir Yunan milliyetçisi karşılıklı rakı bile içemezler.

 

Ama muhalefet cephesinin söylemlerinde de benzeri bir dil kullanılıyor. Barışçıl bir söylem kullanmıyorlar.

 

Kullanamıyorlar, çünkü ya Türkiye toplumu izin vermiyor siyasetçilere, sadece bunları duymak istiyor, ya da ne yazık ki bizim siyasetçilerimiz toplumun gerisinde kalmış siyasetçiler… Bunlardan hangi gerçeği seçeceğiz, bilemiyorum.

 

Türkiye’de son günlerin en hararetle tartışılan konularından biri de Balyoz davasında alınan karar… Siz, bir asker çocuğu olarak, bu kararı nasıl yorumluyorsunuz? Rövanşist olduğu şeklindeki eleştirilere katılıyor musunuz?

 

Rövanşist olduğu eleştirilerini biraz iddialı buluyorum. Darbecilerin yargılanması Türkiye için çok önemli bir şey. Ama bu yargılamadan sonra biz hâlâ hukuk devleti miyiz? Konumuz o. Bu adil bir yargılama mıydı? Evrensel olarak düşünelim. Herkes bu yargılamanın içinde sahtecilik olmadığına kani mi? Bizim hukuk sistemimiz toplumun vicdanını yüceltiyor mu? Bahçelievler’de yedi genci katleden katillerden yakalanmış olanları Dünya Hukuk Günü’nde serbest bırakıldı. Mehmet Ali Ağca, Papa’yı yaraladığında İtalya’da 19 yıl ceza aldı, Abdi İpekçi’yi öldürdü, kendi ülkesinde 10 yıl yattı. Sivas Katliamı insanlık suçu olarak addedilemiyor bile. Yani biz kötülere çok iyi davranan bir ülkeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten askeri vesayetten kurtulmak gibi bir niyeti ve kararı varsa, bugün Roboski’de bombalanan çocuklardan mesul olan subaylar yargılanıyor olurdu. Bugün 12 Eylül’le ilgili yargılamanın bitmiş olması, önemli bir sürece gelinmiş olması gerekiyordu. Ayrıca sorunuza dönersek, askeriye dediğimiz bir zihinsel cemaat yoktur bir asker ailesinde. Nihayetinde her biri halk çocuğudur, eve geldikten sonra her biri aile babası olur.

 

“Asker çocuğu diye böyle diyor, derlerse…” gibi bir endişeniz var mı?

Ben o endişeleri aştım. Alevi olduğum için yeterince itilip kakıldım. Kadın olduğum için yeterince cinsiyetçiliğe maruz kalıyorum. Babam sosyalist olduğu için oradan oraya zaten sürülmüşüz. Babaannem Dersim sürgünü, sürgün yemişiz. Atalarımız, ceddimiz öldürülmüş. Bir de üstüne asker çocuğu olduğum için bir ayrımcılığa maruz kalırsam, artık şerbetlendiğim için gerçekten umursamıyorum. İnsanlar bu kadar paketleye paketleye düşünüyorlarsa, bu kendilerinin sorunu benim değil.

 

Türkiye, en önemli halk ozanlarından birini, Neşet Ertaş’ı daha yeni kaybetti. Cenazesinin camiden mi cemevinden mi kaldırılacağı tartışıldı. Bazı Alevi dernekleri, “Devlet sanatçılığını reddetmiş bir insana zorla devlet töreni yapılmak isteniyor. Neşet Ertaş ölümünde zorla Sünnileştirilmeye çalışılıyor” dedi. Siz de aynı şekilde mi düşünüyorsunuz?

 

Evet, tamamen öyle düşünüyorum. Çok yazık değil mi? Yani Bektaşi geleneğinden geliyorsun, cenaze namazın camide kılınıyor. Devlet erkanı bir cemevine gidip de orada bir abdalı uğurlayamadı. Bu tam bir nasipsizlik, medetsizlik hali. Halbuki her cemevi bir ibadethanedir, sosyal bir tesis değildir. Oradan cenaze kalkar. Ailesi “Hayır, o herkesin ozanı, camiden kalkması lâzım.” dese bile Neşet Ertaş gibi bir kimlik artık temsil ettiği değerlere de aittir. Ne var ki bir abdalın cenazesini kaç kişi sömürdü? Şirketler sömürdü, Turkcell müzik sattı, Kırşehir Belediyesi reklam yaptı. Neşet Ertaş’ın ölümü zaten acıydı. Ama cenazesi bence utanç vericiydi. Türkiye toplumu onu layıkıyla uğurlayamadı.

 

Siz günü geldiğinde, cenazenizin cemevinden mi kaldırılmasını istersiniz?

 

Tabii tabii. Cemevinden kalkmak isterim. Benim bedenimi cemevinden kaldırsınlar. Alevi esaslarına göre uğurlanmak isterim. Tabutumu da kadın arkadaşlarımın taşımasını isterim.

 

Selin Girit

BBC Türkçe