- Leyla Ana anısına, saygıyla-

“Babam, ‘Ben rüyamı gördüm! Rüyamda ben ölüyorum Atatürk ise başımı okşuyor. Elini ittim, dedim: Sen, Selanik’ten benim canımı almak için mi geldin? Küçücük masumları kayalardan atıp, Alevilerin kökünü mü kazıyacaksın? Ben o masumların davasını sürüyorum. Bu dava Kerbala’ya varır. Ben Atatürk’ün tek lokmasını yemem” dedi. O bavulu bizimle birlikte Laçinan deresine getirdi ve orada yaktı.

Atların üzerinde gece gündüz yol alıyorduk. Laçinan tarafına doğru gidiyorduk. Laçinanlar orada yayladaydılar. Bizde onların yanında kıl çadırlarımızı kurup, kaldık. Aradan bir hafta geçtikten sonra Muhtar geldi. “Rayber, sizin şikâyetiniz yapılmış. Üç alay asker gelecek. Gelip buraları dolaşıp arayacaklar. Kendinizi koruyun, gidip saklanın, çadırlarınız böyle kalsınlar. Bizim yaylalarımızdır. Biz koruruz” dedi. Seyit Rıza; “Muhtar, gelinimiz, Şıx Hasan’ın hanımı hamiledir. Etmeyin eylemeyin” dedi. “Benim evime gönder, doğumu orada yapsın” diye cevapladı muhtar. “İyi ama Şıx Hasan karısını bırakır mı? O asla bırakmaz, razı olmaz” dedi babam. Sıx Hasan karısını çok seviyordu. Üstüne titriyordu. Yanında kalsın istiyordu.

Askerler bu civarda olduğumuzu haber almıştı. İzlerimizi takip edip yerimizi bulmuş ve yaylalarımızın etraflarını sarmıştı. Bu nedenle muhtar bizim oradan ayrılmamız gerektiğini söylüyordu. Şıx Hasan yemin etti. “Babam gitsin o tepede dursun. Ama ben buradan ayrılmam. Hiçbir yere gitmem. Eşim hamile, onu bırakamam. Burası benim mezarım olacaksa olsun” dedi.

Daha önce, henüz bu haber gelmeden babam bir rüya görmüş. Rüyasında kırmızı karlar yağıyormuş. Babam; sabah, Şıx Hasan’a rüyasını anlattıktan sonra dedi ki: “Oğlum, bak ben böyle bir rüya gördüm. Bu hayır değil. Gel buradan gidelim.” Fakat Şıx Hasan, “Baba benim dizlerim ağrıyor, sakatım. Karım ise hamiledir. Biz buradan nereye gidebiliriz ki?” dedi. Orada kaldık. Annem, babama “Etme eyleme, bizi kırarlar. Çocukları al buradan gidelim belki Şıx Hasan da bu sebeple ardımızdan gelir” dedi. “Onun inadı inattır. Asla gelmez. Burada durun. Ben de çıkıp Laçinanların tepesine, komutanın yanına gideceğim, gidip görüşeceğim” dedi. Öyle söyleyince annem: “Sen başına kusur alıyorsun. Şu aşağı taraftan Ovacık’a git.” Dedi; ama ne çare. Babam gitti. Ondan sonra artık annem de, Anık da yerinden kalkmadılar. Öyle derede oturdular. “Şıx Hasan gelmiyorsa biz de gelemeyiz. Burada kalacağız.” dediler. Yaz günüydü. Asker dört bir taraftan etrafımızı sardı. Ormanları hep kesmişlerdi. Askerler beyaz elbiseler giyinmiş, sürü gibi dizilmişlerdi. Annem: “Şu dereden çıkıp gideriz. Dere, uzun otlar ve ağaçlarla kaplıdır. Dereden şu kayalığa, oradan da Ovacık’a gideriz” dedi. Şıx Hasan karşı çıktı. “Sen benim annemsin. Ben öz annemi kendime anne etmedim; ama sana anne dedim. Kendi öz anam yerine saydım. Otur! Otur, burada ölelim” dedi. Eğer o gelmeyi kabul etseydi bizden bir kişi bile ölmezdi. Üç tane de oğlu vardı. Nur gibi çocuklardı. Saheyder, Aliheyder, Seydağa. Çocuklarına dedelerinin adlarını vermişti. Biz orada kalınca devlet ateş etti. Hiç ateş kesmediler. Biz nereden bilelim ki bizim Kırmançlar yol gösteriyorlar? Şıx Hasan ne bilsin?

Laçinanlardan küçük bir çocuk ayran getirirken bana: “ Babana, askerin geldiğini haber et.” dedi. “O burada değil.” dedim. “Öyle ise kardeşine (Şıx Hasan) söyle.” dedi. “Asker üstümüze vardı bile” dedim. “Bunu al git, tuluğu yerde sürükleyerek de olsa al git.” dedi. Götüremedim. Ayran dolu tuluğu orada bırakarak çıkıp geldim. “Ali Rıza bize ayran getirmiş.” dedim. Şıx Hasan susamıştı. Çabucak gidip ayranı getirdi. “Bana bir tas verin. Belli ki burada öleceğiz. Çok asker gelmiş. Bu kadar asker bizim için gelmiş. Ne diye bu kadar asker buraya aramaya gelmiş? İmkânı yok! Bizi ihbar etmişler.” dedi. Anık: “Bu dereden çıkıp gidelim.” dedi. Annem de “Dere deme, burada öleceğiz.” dedi. “Tövbeler olsun ki ben burada kalmam. Şıxamed Dede (Şeyh Ahmet Dede) bacaklarımı kırsın ki ben gideceğim.” dedi Anık. O ara asker geldi. Gelip bize yetişti. Etrafımızı sardılar. Bizi çembere aldılar. Artık askeri görebiliyoruz. Göz gözeyiz. Orada bir yerde dere suları toprağı oymuş çalılıklarda oranın üstünü örtmüştü ve toprak doğal bir sığınak halini almıştı. Biz o oyuğun ve yıkılmış toprağın olduğu yere girip bekledik. Büyüklerimiz bizi oraya sakladılar. “Şuraya girin, şuraya girin!” diyerek bize yer gösteriyorlardı. Ama silahlar patlayınca çalılıkların kırılıp düşmesi ile birlikte açığa çıkmamız işten bile değildi. Derken önce ağır makineli tüfek ateşe başladı, “Şak, şak, şak, şak!” biraz ateş ettikten sonra baktılar ki kurşun dereyi almıyor, bu kez de başka bir silahla ateş etiler. O silahın ardından bomba atmaya başladılar. Bombalar gelip yanımıza düşüyordu. Yumuşak toprağa isabet eden bombalar patlamıyorlardı; fakat sert toprağa isabet eden bombalar öyle bir patlıyordu ki toprak havaya serpiliyor ve dere bomba sesi ile inliyordu. Bombalar da işe yaramadı. Biz orada bekliyoruz. Sonra değişik kurşunlar vardı. Artık beşli midir, ağır makineli midir, bilemiyorum. Yeniden ateş başladı, “Şak, şak, şak, şak!” O ateşten sonra herkes bağırıp çağırmaya başladı. “Vay! Vay anam! Vay babam!” dediler ve yuvarlanıp düştüler. İşte, ondan sonra herkesin sesi kesildi. Kimseden ses çıkmadı. Sonrasını bilmiyorum. Neydi? Çocukların üzerinde mavi bir boya vardı. Çocuklar masmaviydi. Üç gün boyunca cesetlerin altında kaldım. Tanrım! Uyandığımda “anne!” diye bağırıp çağırıyorum fakat kımıldayamıyorum. Annemin üstüne üç, dört kadın düşmüş. Ölmüşler! Deredir! Taş kesilmişler, nasıl kımıldayabilirim ki? Gücüm mü var? Orada bağırıp çağırdım ve öylece kaldım. Nasıl olmuşsa uyuya kalmışım, hatırlamıyorum. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Ayıldığımda kimileri toprak, kimileri ise yaprak kesiyorlardı. Gözlerimi araladım ki ne göreyim, “Bu nedir? Neyin nesidir? Kimi mezara koyuyorlar?” etrafıma baktım, “Vay, asker!” dedim içimden. Korktum. Yüzbaşı gelmiş “O Rayberê Qop nerededir? O Yezit! Sen nasıl anneni öldürüp çocukları yetim bırakırsın? Adamı da öldürmüş, kafasını kesip çadırıma bırakmışsın. Sen böyle bir şeye nasıl cesaret ettin!” dedi. Onun bize yaptıkları çoktur, çok ağırdır. Orada Rayberê Qop’u öldürmek istedi ama öteki bırakmadı. O ceketinin üzerinde düğmeler olan komutan bırakmadı. Şapkayı kafasının üzerine geçirmiş ve şöyle karşıda duruyordu. Oradan konuştu: “Onu öldürmemiz için herhangi bir emir yok; ama bizim hedefimizdir, sen hiç meraklanma.” dedi. Ben annemin koynundaydım. Sağ olduğumu kimse bilmiyordu. Ondan sonra bir an sesleri duymaz oldum. Artık yeniden bayılmış mıyım, bana ne olduğunu bilmiyorum. Ertesi gün sabah uyandığımda bizim Kırmanç kadınlar etrafımıza toplanmışlardı. Üst üste yığılmış cesetleri yıkamak için yana devirip yan yana diziyorlardı. Ölüleri yıkamak için, kadın ve erkekleri ayrı ayrı iki grup halinde getirip yan yana dizdiler. Bende annemin koynundaydım. Hareketsizim. Yarı baygın. Beni cesetlerin altından çıkarıp kadınların olduğu tarafa götürdüler. Bir adam gelip kolumdan tuttu ve hayatta olduğumu anladı. “Bu sağdır, kurtulmuş” dedi. Beni oradan alıp getirdi ve bir derenin içine sakladı. Yaprakları üzerime örttü. O anda kendime geldim ve bağırdım. “Bu kimdir?” dedim. Meğer o da Laçinanlıymış. Bana “Korkma kuzum korkma. Asker ölülerinizi gömüyor, korkma!” dedi. Beni götürüp öldürecekler, Teslim’in oğlu da yaralıydı, o yukarda saklanmıştı.” dedim. “Sen korkma, kurtaracağız korkma.” dedi. Neyi kurtaracaklar? Ne isabet etmişse artık kulağıyla birlikte kafa derisi ayrılmış ve omuzlarının üstüne düşmüş.

O yüzbaşı benimle birlikte Şıx Hasan’ın kızı Cemile’yi Laçinanlara teslim etti ve Hozat’a gönderdi. “Bunları götürüp banyo yaptırıp muayene ettirin. Korkmayın. Bu kandır, temizlenir. Biz geç geleceğiz. Cenazeleri toprağa vereceğim. Ben Şıx Hasan’ı çok seviyorum.” dedi. Cemile de ölülerin altında kalarak kurtulmuştu.

Uyandığımda baktım ki Selvi yok. Cemile’ye, “Bizim Selvi kurtulmuş.” dedim. “Şu öte de ölmüş ya!” dedi bana. “Ne olmuş da ölmüş?” dedim. “Ölülerin altından kalkıp, senin küçük kardeşini kucağına alıp gitmek istemiş; ama asker süngüyü Selvi’nin boynuna saplamış ve zavallı oracıkta ölmüş.” dedi. Dere ölülerle dolmuştu. Kanlar akmış, etrafı kırmızıya bürümüştü.

Selvi bizden su istedi. Benle Teslim’in oğlu Ali Rıza gittik, suyu ayakkabının içinde koyup getirecektik ama su kanlıydı. Ben orada ablama seslendim: “Abla su kanlıdır ne yapayım?” dedim. Ablam: “Eğer öyle ise kalsın, bırak gel.” dedi. Ali Rıza’yı da bizimle birlikte sürgüne gönderdiler. Kulağını tedavi ettiler, iyileşti. Okudu. Büyüdü, askere gitti ve orada öldü.

Neyse bizi Hozat’ta Kırmanç bir adamın evine götürdüler. Orada banyomuzu yaptıktan sonra yaralarımızı muayene etmek için bizi doktora götürdüler. Ali Rıza’nın yarasını sardılar ve bizi yeniden o adamın evine getirdiler. Benimde yaralarım vardı; ama Ali Rıza’nın yarası daha derindi. O zavallı adamı da ailesini de bizden dolayı öldürdüler. Adamın adı Süleyman, karısının adı ise Cemile idi. Vankê Qerabaşlı’ydılar (Karabaşların Vank Köyü). Ekonomik durumları iyi idi diye Hozat’a taşınmış ve orada bir dükkân açmışlardı. Pirinç, bulgur vs. satıyorlardı. Rayberê Qop ihbar etmiş. “Seyit Rıza’nın yardımcısıdır.” demiş. O adam Seyit Rıza’ya tütün, sebze ve meyve gönderiyordu. İki kızı vardı. Karısı ise henüz yeni gelin sayılırdı. Onları Hozat Deresi’ne götürüp orada öldürmüşler. Kim bize dost idiyse hepsini öldürdüler. Bize askerin geldiğini söyleyen Laçinanlı muhtarı da götürüp öldürdüler. Onun adı da Süleyman’dı. Bizi çok seviyordu, üstümüze titriyordu. Bizim talibimizdi.

O derede beş kız, dört erkek kardeşimi Şıx Hasan ile karısı Anık üç de çocuğunu orada öldürdüler. Cemile ile Narin ise kurtuldu. Onlar Şıx Hasan’ın çocuklarıydı. O kızlardan biri Elazığ’da Ali Polat’la evlendi.

Sürgünde Polat, annesi ve karısı Rayberê Seyd Ağa’nın kızı vardı. Kız büyüktü Polat ise küçüktü, 12 yaşındaydı. Evlilik çağında değildi. Kızını kimse almasın diye onu Ali Rıza Polat ile evlendirmişlerdi. Sonra birden ne olduysa polisler yolda Polat’ı hapse attılar. “Bu kız kimdir?” dediler. Polat da: “Benim nişanlımdır beraberimde getirdim, evleneceğim.” dedi. Sen nesin ki sana evlilik ne olsun!” dediler. O da: “Amcamın kızıdır.” dedi. O konuşmadan sonra Polat’ı geri çevirdiler ve Elazığ’a götürüp hapse attılar. Hapiste bir yıl kaldıktan sonra ifadesini aldılar ve yaşı küçük olduğu için bıraktılar. Hapisten çıktıktan sonra sürgüne yanımıza geldi. Biz, İzmir’deydik. Muğla mı diyorlardı, Seferihisar mı diyorlardı, bilmiyorum. Orada yedi yıl kaldık. Bir gün Polat bir gazete getirdi. Oturup annesine okudu, “Geri dönüş emri çıkmış; ama bizim işimiz çok zor, çetrefilli. Bizi geri göndermeyecekler.” dedi. Annesi, “Evet, evet göndermeyecekler. Göndermeyip babasının Qıdıx’ına mı koyacaklar. Biz kendi imkânlarımızla gideriz.” dedi. Bizi kaydeden iskân müdürü Alevi’ydi. Bize 40 dönüm zeytinlik vermişti. Bir de bina vermişti ki bakmaya kıyamıyordun. Karısıyla birlikte geldi:“Ali Rıza Polat, senin babanın düşmanı vardı seninki de çıkar, Dersim’e gitme, yanımızda kal. Sen hâlâ iskân altındasın. Ben sana öyle bir yer vereceğim ki Ağdat (Ağaçpınar köyü) ne ki, Ağdat demeyeceksin bile.” dedi. Ama Polat kabul etmedi. Tapuları verip, “Ben gideceğim. Babam, dedem orada mum yakmış. İsterlerse beni öldürsünler.” dedi.

Sürgünde dil bilmiyorduk. Anlamıyorduk. Mısır unundan yapılmış somun ekmeği getirip kapımıza bırakıyorlardı. Arpa ekmeği getiriyorlardı. Şöyle kocaman ekmekler. Etrafımızda atlar vardı. Bize ekmek getirildiğinde kişniyorlardı, sesten yer gök inliyordu. Bizim Ferhatanlı gelinimiz Zekina vardı. O Türkçe biliyordu. Polis bize üzüm getirip bıraktı. Zekina üzüme bir tekme vurup dağıttı. “Bu üzümü götürüp kendinize madak edin. Bize vermeyin. Üzümünüzü yemiyoruz. Bizi götürüp denize atın ve bizi bu eziyetten kurtarın.” dedi. Haklıydı. 200 tane at bize yiyecek geldiğinde kişniyordu. Etrafımız askeriyeydi. Süvari alayının içindeydik. Polis gidiyordu jandarmalar geliyordu, jandarmalar gidince polis geliyordu. Dokuz, on kişi birden geliyorlardı. İşte bizim gelin onlara: “Biz ne yapmışız? Neden bize bu zulmü yapıyorsunuz? Bizi denize atıp öldürün! Çocuklar atların seslerinden korkuyorlar. Sesleri duymasınlar diye onları yorganın altına koyuyoruz. Yataklarımız da yok. Keneleri, tahtakurusu, sivrisinekleri kocaman! Her şeyi sarıp sarmalıyorlar. Öyle elbiselerimizle yatıp kalkıyoruz; ama o da fayda etmiyor. Öyle sanırsın ki üzerine toprak dökülmüş. Yorganların yüzlerini temizleyip çöpe atıyoruz ama ertesi gün yine aynı şey oluyor. Başa çıkamıyorsun. Hasan Doğan diye biri vardı Derviş Cemalli. Seyit Rıza’nın damadıydı; ama karısı ölmüştü. Hasan Doğan gidip: “Sakine Hanım’ın şikâyeti var. Bizi götürüp denize atın, öldürün diyor; ama bu zulmü bize yapmayın. Bu neyin nesidir?” demiş. Öyle söyleyince o adamda gidip yetkiliye durumu anlatmış. Yetkili ise: “Hozat’ta verilen evrak şudur. Senin okuma yazman var. Oku. Eğer bunu biz yapıyorsak cenabı Allah bizi kör etsin. Bak şöyle yazıyor: ‘Toprağı açıp içine koyun.’ Bunar Seyit Rıza’nın kızları, gelinleri ve torunlarıdır. Hala yapılacaklar var. Bu da Seyit Rıza’nın torunu, Baba’nın oğlu Polat’tır. Bu daha yamandır.” diyor. Bunları yine Rayberê Qop yapıyor. Rayber’i bizden sonra öldürdüler. 1937’de sadece bizi öldürdüler. Bizden önce kimseye dokunmadılar. Hiç bombardıman olmadı. Dersim’i bizi öldürdükten sonra 38’den sonra kırdılar. 37’ de Şahan Ağa’yı da kardeşi öldürdü. Ayrıca belli başlı üç kişiyi İniyê Sıpi’ye (Beyaz Çeşme) getirmişler: muhtarı ve azaları. Orada sorguya çekmişler; ama onlar herhangi bir şey söylememişler. “Biz Seyit Rıza’yı tanımıyoruz. Bizim mıntıkamız ayrı, Seyit Rıza’nın mıntıkası ayrıdır.” demişler. Fakat “Ona yardım eden sizsiniz, çadır yerlerini, ekmeğini siz veriyorsunuz.” diyorlar. Bu bilgileri Rayber veriyor. Biz sürgüne geldikten sonra sağır ve dilsizdik. Haber alamıyorduk. Bizim bir komşumuz vardı. Kürt’tü, çok iyiydi. O adam bir gazete getirip Polat’a göstermiş. “Bu gazeteyi ben azadan aldım. Oku bana geri ver. Kimseye verme. Gazetedeki bu adam senin dedenmiş. Fakat şu boynuna kurşun şeritleri asmış, silahlı olan da Rayberê Qop’dur, sizin düşmanınız, tanıdın mı?” demiş. Polat: “Ben Rayber’i tanımıyorum. Evet, benim amcamın oğludur; ama ben hiç görmedim, tanımıyorum. O Xaçeli’deydi (Dikenli Köyü). Gazeteyi Zekina’nın yanına getirdi. Zekina hepsini tanıdı. “Şu Zeynel, şu Rayber, şu da Seyit Rıza’dır. Bu fotoğrafları neden yan yana getirmişler?” diye sorunca: “Seyit Rıza’yı idam etmişler, cesedini yakmışlar, bilmem ne etmişler.” dedi. Adam öyle söyleyince biz ağlaşmaya başladık. Canımız yandı. Hayli bir zaman ağladık. Ondan sonra polis geldi, bizi götürüp sordu. “İfadenizi verin, ne oldu, neden ağlıyorsunuz?” dedi. “Babamız hapisteydi. Hapisten çıkarıp idam etmişler.” dedik. “Kim yapmış?” dediler. “Siz yapmışsınız, Elazığ’da idam etmişsiniz.” dedim. Tabi ben Türkçe bilmiyordum, Zekina’ya söyledim o da onlara söyledi. “Peki, siz nereden biliyorsunuz?” dedi. “İşte gazete, burada yazıyor.” dedim. “Seyit Rıza’nın hiçbir günahı yoktu. Bunları hep o Rayber yaptı eğer tanrı rütbemizdeki ruhu almazsa onun cesedi elimize düşer. Seyit Rıza’nın öcünü alırız. Biz Geyiksuyu’na gittiğimizde Seyit Rıza’nın ne kadar düşmanı varsa hepsini getirip onlara neler neler yaparız.” dedi polisler. Zekina: “He he, kökü gelmez. Rayber devletlerin ajanıdır, onu hiç öldürürler mi?” dedi. “Öldürürler, öldürürler” dedi onlar. Bir teneke dolusu dolar ve mark vardı. Rayber, tenekenin üstünü lehimleyip, karısı Meneş’e göndermiş. Benim için kaygılanma, kızlarıma iyi bak. Onları büyüt. Ben Ankara’ya gidip paşa olacağım. Paşa olunca seni de yanıma alacağım. Meneş, Zeynelê Top’un halasıdır. Kısa bir süre sonra öğlen üzeri Zeynel’in halası öteden ağlayarak geliyor. O kadın Ovacık’ta evliydi. Adı Cüarêidi. Ağlaya ağlaya geliyordu, “Peppo, keko Zekina duymamış!” diyordu. “Zeynel, zaten yılan ısırığı ile öldü, Rayberê Qop’u da devlet öyle bir hale koymuş ki süngüyle öldürmüş.” dedi. Kadının sesi birden kesildi. “Bunun sesi neden kesildi?” dedik. “Bayılmış.” dediler. “İyi ki bayılmış” dedik. Jandarmalar kadını kaldırıp doktora götürürlerken tekme ile askerlere vuruyordu. “Bırakın öleyim, beni iyileştirmeyin! Rayber benim hamın oğludur.” demiş. “Devletin o kadar parasını yedi. Onu hiç sağ bırakırlar mı? Devlet ajanları sağ bırakmıyor. Onlara sonunda böyle yapıyor. Sus! Yoksa sana da öyle yaparız.” demişler. Sonra kadının kocası gelip askerlere: “Bu benim karımdır. On çocuk sahibidir. Siz bu kadından ne istiyorsunuz? Allahtan korkun, Rayber bunun yeğenidir. Kolay bir adam değildi. Acısı var, ağlıyor.” demiş. “Kolay adam değildi. Her aşiretin içinde ajanlık yapıyordu. Kırmançları toplayıp Hozat’a getrmiş, Deşt’e (Geyiksuyu) getirmiş ve bunlar hepsi Seyit Rıza’nın aşiretindenler demiş. Devlet de onları geri göndermiş. “Bunların hepsi fakir fukaradır. Bunlar neden Seyit Rıza’nın aşiretinden olsunlar ki? Yalın ayaklar, üstlerinde doğru dürüst bir kıyafet bile yok.” demiş. Ah ah! Onun bize yaptıkları az değildi.

Babamın mezarı bile yok. Bana onun kemiklerini bulun. Sende benim kardeşimsin. Babamın 25 tapusu vardı. Mülklerini parçalayıp size vereceğim. Babamın köylerini görseydiniz hayret ederdiniz. Armut ağaçları, ceviz ağaçları… Babamın kemiklerini bulun. Elazığ’da kimse bana yol göstermiyor. Ben sürgündeydim. Nereye götürdüklerini bilmiyorum. Rüstem, Tekağaç köyüne götürmüşler. Ben üç kez oraya gittim. Elazığ’ın karşısında bir köydür. Kadınları hep dışarıdan gelmişler. Sarışınlar, erkekleri de öyle. Başka ülkelerden gelmişler. “Siz hangi aşirettensiniz?” diye sordum. “Biz Selanik göçmenleriyiz. Biz Türklüğü kabul ettik, gelip buraya yerleştik. Aramızda hiç Türk yok.” dediler. Oraya giderken yanımda bir de kurbanlık götürdüm. Babamın hayrı için kurban kestim. Gidip dolaştık sonunda bir yaşlı bir adam geldi, bana dedi ki: “Ben henüz küçüktüm. Babam koyun otarıyordu. Geceydi. Birden askeri bir araç geldi, ardından bir araç daha... Arabalar gelip Avşeker (Şevag) köyünün karakolunu geçtiler. (Hozat ile Pertek arasındaki karakol) O karakolu geçip arkasındaki tepeden gittiler. Bende koyunları toplayıp eve doğru sürdüm ve askeri araçların ardından gittim. Askere:“Efendim kusura bakmayın, arabada kim var, onu neden oraya götürüyorsunuz?” dedim. “Dersim’in reisidir sabaha doğru idam edildi.” dedi askerler. Şu da Rayberê Qop’tur. -Kefene sarıyorlardı-” dedi o adam.

Rayberê Qop; Baba’nın karısını kaçırıp, Xaçeli’ye götürdü. Kadın orada hamile kaldı. Baba ondan sonra kadına sahiplik etmedi. Babam, Seyit Rıza: “Gelinimi İksor’a göndersin. O yezit neden gelinimi evinde tutuyor? Adımızı çıkaracak.” dedi. O kadın Begê Alê Memed’in kızıydı. İlk kocası da ağaydı. O adamı da Demenanlılar öldürmüşlerdi. Kadın kocasının ölümünden sonra dul kalıyor. Baba bir gün oraya gidiyor. Kadının dul olduğu öğreniyor, adı Henifa idi. Baba: “Henifa, Sen Bego’nun kızısın. Neden dul kalasın? Benimle gel, evlen. Karım ol. Ferhatanlının üzerine seni de alayım.” diyor. Kadın ise: “Ben senin evine gelemeye cesaret edemem. Burada İksorlu (Gözen köyü) biriyle evlenirim.” diyor. “Hayır, seni kimseye bırakmam.” diyor Baba. Sonra birkaç kez daha gidiyor. Tabi Abbas ile Cemile artık büyümüşlerdi. O ikisini ve kadını alıp Derê Ari’ye (Değirmendere Mezrası) götürüyor. Zekina durumu öğrenince beşliyi alıp Baba’nın peşine düşüyor. “Öldüreceğim.” diyor. Babam: Neden öldürmeye kalkıyorsun, sen burada kal. Onlar o köydeler. Yanında marabalar var, ekip yerler.” dedi. Öylece zaman geçip gitti. Baba bir gün gidiyor öteki gün gitmiyor. Tabi günün birinde Rayber, haber alıp o tarafa doğru gidiyor. Orada Qendo diye bir yer var. Baba pusula ile bakıyor ve atlı bir adamın Qendo’dan geçip kaybolup gittiğini görüyor. “Bu kimdi acaba? Buralarda böyle bir at yok.” diyor kendi kendine. Gelip komşulardan o adamın kim olduğunu sorup soruşturuyor. Orada biri Baba’ya: “Rayberim neden on kişiden soruyorsun? Kim olduğunu biliyorsun. Rayberê Qop’tur gelip gidiyor. Sahibinin üzerine yemin ederim ki korkudan sana söyleyemiyoruz.” diyor. O adamın adı Haydar’dı. Baba: “Neden korkuyorsunuz?” diye sorunca adam: “Karımı ve kızlarımı tehdit edip, korkutmuş. Ben gelip gidiyorum sakın kimseye söylemeyin.” demiş.

Sonraki günlerde de Rayber kadını alıp Xaçeli’ye götürüyor. Herkes Rayber’in kadını kaçırdığını alenen öğreniyor. Baba: “Rayber ile Henê’yi (Henifa) yakacağım, onları sağ bırakmam.” diyor. Derken her aşiretten insanlar toplanıp geliyorlar ve yalvar yakar olup bırakmıyorlar. “Kadın babasının evine gitsin. Artık aç mı kalır, doyar mı ne ederse etsin. Orada idame etsinler.” deyip Baba’yı ikna ediyorlar. Kadını alıp babasının evine İksor’a götürüyorlar; fakat Rayberê Qop durmuyor. Birkaç gün sonra bol miktarda meyve sebze alıp atına biniyor ve kadını görmeye gidiyor. Üçüncü kez durum açığa çıkıyor. Laf dolaşıp Baba’nın kulağına gidiyor. Bunun üzerine Baba, İksor’a gidiyor. Babam, Rayber için “Benim kardeşimin oğludur. Seninle aynı değerdedir. Onun kellesi ile benim ki aynıdır. Sakın Rayber’e dokunma, Henê’den ayrıl, terk et diyor. Eğer ona dokunamıyorsam, o zaman karımı öldüreyim.” Diyor; fakat kadını çok seviyor. Buna rağmen tabancayla bir el ateş ediyor ve kadın gorênin içinde yere yığılıyor. Yaralı halde Baba’ya sesleniyor, -bunu Baba anlattı-, “Ben senin beni öldüreceğini rüyamda görmüştüm. Onun için sana varmak istemedim; ama yine de geldim. Keşke gelmeseydim. Neden babamın evine geleyim ki, sanki babam sağ mıdır?” demiş. Henê Baba’yla evlendikten sonra babası ava gitmiş. Av yaparken bir teke zindandan aşağı, babasının üzerine düşmüş, zavallı adam parçalanmıştı. Kardeşi Mehmet Ağa ise töwüngle ceviz getirirken, Merga Çeqerê’de (Gaxmud/Yeşilbelen köyü) dereye düşüp ölmüş. Sesleniyorlar, diyorlar ki: “Begê Alê Memed ava gitmiş, üstüne teke düşmüş ve ölmüş, cenazesi dağdadır. Oğlu Mehmet Ağa ise ceviz getirirken İksor deresine yuvarlanıp ölmüş onun cenazesi de yerdedir. Gelin gidip cenazeleri getirip defnedelim.” diyorlar. Gencecik adamdı. Onlar da ağa idiler. Babam, “Keşke ben Henê’yi yanıma alıp onu kurtarsaydım. Yanıma alsaydım, hem o ölmezdi hem de oğlum kurtulurdu. Ben Rayber’in bize düşmanlık beslediğini nereden bileyim.” dedi. Baba mendili boynuna sarıp: “Allah ruhumu alsın. Ben yaşayamam illa Hozat’a gideceğim.” dedi. Sonbahardı. Xızır Oruçları zamanıydı. “Evinde dur. Sen emek verip evi donatmışsın. Otur ye. İlkbahar olunca gidersin. Sen zaten kadını öldürüp muradını ettin. Ee, ne yapacağını bana neden sormuyorsun?” dedi babam. “Neden sana sorayım? Qop’o üç gündür ki İksor’a gidip geliyordu, sen bana Rayberê Qop’u öldürme diyorsun.” dedi Baba. Henê’de onun yanına geliyormuş, Qılaçi’nin (kalaycının) evinde buluşuyorlarmış. Günahı boynuna olsun, böyle söylüyorlardı. Tabi kadını öldürünce Rayber iyice düşman oldu. Baba’yı Hozat’tan dönerken Sin Köyü’nde öldürdüler.

Rayber, “Kırmızıköprü’nün oradaki beton köprüyü Seyit Rıza yaktı. Telefon tellerini Seyit Rıza kesti.” diye babamı devlete ihbar ediyor. “Üç kere yakıp Seyit Rıza yaktı.” diyor. Bir post dolusu altını köprünün ayağına gömmüşler. Altınları almak için iki kişi gönderiyor, “Köprüyü yeniden yapacağız deyin ve altınları alıp gelin.” demiş. Kim köprüyü yakmaya cesaret edebilirdi ki? Köprü karakolun yakınındadır. Millet: “Baba’yı zaten öldürmüşler. Seyit Rıza ise palası üstüne çekmiş yataktan çıkamıyor. Allahtan korkun! O neden köprüyü yaksın, neden telefon tellerini kessin ki?” demiş.

Babam, muhtarı Hozat’a göndermişti. Muhtar da yine o Süleyman’dı. “Git, benden taraf kaymakama selam et, ben artık budalayım. Sin Köyü’nde oğlumu ve damadımı öldürdüler. Marabamı öldürdüler. Kapıma üç tane cenaze getirdiler. Ben hangi halle neden gidip köprüyü yakayım, benim toprağımdır. Bizim insanımız o köprüden yaylaya gidip geliyor. Köylünün köprüsüdür. Ne benim ne de devletin yaptığı köprüdür. Neden yakayım?” diyor. Tabi Süleyman, Hozat’a askerin yanına gidiyor. Orada asker çoktu. Kışlaları vardı. Gidip özür dileyerek: “Seyit Rıza’nın çok selamı var, Sinliler benden üç kişiyi öldürdüler, bende onların evlerini yaktım. Altı üstü taş, topraktır. Söz olsun ki onların evlerini yeniden yaptıracağım, eski haline getireceğim. Yalnız Baba’yı kim öldürttü söylesinler dedi.” diyor.

Allah rahmet eylesin, Hesen Ağayê Memed Ağa’ya. “Seyit Rıza’nın sözü iyidir, yerindedir.” demiş. Selman Ağa, babamın sağdıcıdır. “Aramızda ikrarlık var. Biz Selman Ağa’nın amcalarıyız. Bana kâğıt göndermişler. Ben ise henüz çok gencim. Bilmiyorum. Gidip köy muhtarına danışacağım.” Diyor. Köyün muhtarı o zaman Memêdaş’tı. Gidip soruyor. “Siz Rayberê Seyd Ağa’yla yapılan anlaşmayı açık etmediniz mi? Biz bundan sonra artık cesaret edebilir miyiz? Seyit Rıza evlerimizi yaktı.” demiş muhtar. “Sizin şerefinizi… altı üstü toprak evdir.” Demiş. Millet kaçıp başka köylere gitmiş. Askerdir yakıyor sanki Seyit Rıza mı yaktı? Seyit Rıza odur Viyalek’de.. Allah Qırğanlılardan razı olsun. Aramızda ikrarlık var. Ses etmiyor. Hasan Ağa’ya kâğıt geliyor. Diyor ki: “Seyit Rıza, filan gün Dewran’da Baba için cemaat yapacağız.” Viyalek’ın adı Dewran’dır. “Dewran da her şeyi getirip çeşmenin başında hazırlayacağız. Ekmek, yağ, et bendendir. Cemaati de ben yapacağım. Seni rahatlatacağım. Düşmanını açıklayacağım. Zeynel ile Rayber, senet yapıp Zeynel Ağa’ya vermişler, o da getirip bana verdi. Ben “Dokunmayın, halasının evine gelmiş dedim.” Dursun Ağa, Zeynel’in halasının oğluydu. Bu taraftan gidince onun evinde konaklıyor, o taraftan gelince onun evinde konaklıyordu. Benim halamdı. Babamın kız kardeşiydi. Dilekçeyi Zeynel Ağa’ya vermişler. Zeynel Ağa’da: “Ben kendimde, Seyit Rıza’nın karşısına çıkacak yüz bulamıyorum. Bu dilekçeyi sen götür.” diyor Hasan Ağa’ya. O da, “Ne olacak, gelin dokuz on kişi gidelim” diyor. O zaman henüz asker kimseyi kırıma uğratmamıştı. O kâğıdı Viyalek’e getirirlerken, Zeynel, Rayberê Qop ve daha birçok aşiret oraya toplanmışlar. Dersim’in her tarafından insanlar gelmişti. “Seyit Rıza ile Qopo’nun cemaati yapılacak.” demişler. Onun için çok insan gelmişti. Sonuç olarak, “Bıçak bizim bıçağımızdır.” dediler.

Devlet babama bir bavulla birlikte bir de kâğıt göndermişti. Kâğıtta, “Yumağını çöz, çocuklarını bu bavula koy. Deşt’e uçak indireceğiz ve sizi dosdoğru Ankara’ya götüreceğiz. Eğer dediklerimizi yapmazsak, Cenabı Hak bize içirdiğin tütünü bela edip ciğerlerimize sarsın. Babamızsın, ihtiyarsın. Başımız, gözümüz üstünde yerin var.” diye yazmışlardı. Babam kabul etmedi. “Ben rüyamı gördüm! Rüyamda ben ölüyorum Atatürk ise başımı okşuyor. Elini ittim, dedim: Sen, Selanik’ten benim canımı almak için mi geldin? Küçücük masumları kayalardan atıp, Alevilerin kökünü mü kazıyacaksın? Ben o masumların davasını sürüyorum. Bu dava Kerbala’ya varır. Ben Atatürk’ün tek lokmasını yemem.”Dedi. O bavulu bizimle birlikte Laçinan deresine getirdi ve orada yaktı. Bana Atatürk’ün hiçbir şeyini getirmeyin. Babamı o öldürdü. Ciğerlerimi o deldi. Babamın hiçbir oğlu yok, çocuklarını öldürdüler. Bu yaşlılıkta dert gelip beni buldu. Babam oğlunu çağırıp inliyordu: “Ah ciğerim, vah ciğerim. O kadar hürmetin vardı. Sen neden Sin’e gidip kendini yaktın!” diyordu. Kureyşanlı Usenê Seyd vardı. Babamla birlikte Munzur’da yemin eden 12 kişiyi, devlet toplayıp getirdi. Cebrail Ağa, Kamer Ağa, Usenê Seyd ve diğerleri. Devlet hepsini davet etmiş ve Mazgirt’te yakalayıp Elazığ’a götürmüştü. Halvori’de yemin edenler… Bunların adlarını söyleyen, devlete bilgi veren, ihbar eden Qopo’dur; ama Tanrı da Qopo’ya öyle büyük bir ceza verdi. Oğlunu onunla birlikte Deşt’te öldürdüler. Kızları da öldü. Kimsesi kalmadı. Kızları sürgünden döndüklerinde iyi idiler. Fakat ikisi de doğum sırasında öldüler. Qopo lanet bir adamdı. Tanrıdan dileğim varsa cehennem kazanında kaynasın, hiçbir yerde kendisine yer bulmasın! Of! Of!

Kırmızı Kalem / Yönetmen: Özgür FINDIK