Acaba diyorum, olup-bitenler eğip bükülmeden sere serpe tüm çıplaklığıyla konuşulabiliyor mu? Ne zaman biri çıkıp da kendi için Tv ekranı ve köşe yazılarında “ben adi ve haysiyetsiz” bir insanım deme cesaretini gösterecek! Kendi krallığının çıplaklığına isyan eden, bir melamet ehli neden yok artık acaba?

 

Kendine bunca mükemmellik atfedip, ötesinde berisinde kalanlara laf yetiştiren ne çok insan varmış meğerse. Oysa ki, lafa gelince mütevaziliğin en dibine kadar vurup, tanrısallığa öykünen de bunlar değil mi? Ama yine de, tıpkı bir zamanlar Theo Angelopoulos’un da içten içe isyan ettiği gibi sorulmadan edilemiyor: “Neden çürüyüp gider insan sessizce… Acıyla ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim… Kendi dilim varken, hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken… Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde?” Neden…

 

Nedense, Ahmet Altan’ın geçtiğimiz günlerde Taraf’ta yayımlanan “Gazeteciler ne işe yarar” başlıklı yazısını okuyunca, belli-belirsiz aklımdan geçen ve en nihayetinde de yazı haline dönüşen bu düşünceleri, huzurunuzdaki şekliyle kaleme alma gerekliliği hissettim. Bu gerekliliğin hâsıl olma nedeniyse, Altan’ın, “yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret olan” gazetecilik mesleğine dair dile getirdiği tespitlerin, yerinde ama tek başına gazeteciliğe indirgenemeyecek, genel-geçer bir çerçeve sunmuş olmasından kaynaklanıyor. Acaba sadece gazeteciler mi bu kadar alçak ve korkak oluyor? Öyle olmadığına dair yeterince örneğe sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bunların uzun uzadıya bir listesini çıkarmaya ne hacet! Bugün Türkiye’nin yüzde doksanlarla ifade edilen ve herhangi bir kirliliğe bulaşmayan bir kurumu ya da meslek örgütü var mı, daha doğrusu kaldı mı? Soma’da yaşanan katliam bir kez daha bütün bu yaşananların turnusol kâğıdı olmadı mı?  Zannımca, başbakan ve şürekâsının bu süreç boyunca sergilediklerine dair ‘özellikle’ de bir Alman gazetesi olan Franfurker Allgemenie tarafından yapılan “Türkiye’nin Führer’i” nitelemesi bütün bu olanları yeterince özetliyor (Nokta).

 

 

Bir memleket ki iktidarına benzer!

 

Olası bütün kötülük ve pespayeliklerin adeta sıradanlaştırıldığı bir yerde artık akıl, vicdan ve ahlaktan bahsetmenin, pul kadar bir değere bile layık görülmediği günlerden geçiyoruz. İktidar ilişkilerinin tepeden tırnağa sirayet ettiği bu toplumsal kirliliğe karşı her ne pahasına olursa olsun karşı durmanın bedeli, ya ‘köyün delisi’ muamelesi ya da her biri, tepedeki devletlülerinden rol devşiren ‘sübyan iktidarcıkların’ tehditlerine maruz kalmak oluyor. Bu nedenle mesele, tek başına gazetecilerin içinde bulunduğu acizlikle ifade edilemeyecek denli, giderek yayılan, kokuşmuş bir yara gibi derin ve büyük. Mevzu bahis olunan, sürekli büyüyen ve canlılık adına sadece mikrop üreten toplumsal bir yaradan ibaret!

 

Bugün o yaradan beslenen mikropların kuşatması altındayız. Her defasında lanet olasıca yaşamlarını bizlere de dayatıp, zorunlu kılmaya çalışıyorlar. Çünkü ancak biz kirlendiğimizde rahat bir nefes alacaklarını biliyorlar da ondan. Bizler de onlar gibi yalılar, şişkin banka hesapları, lütfedilmiş birer koltuk sahibi olmak için efendileri karşısında yaltaklanıp durursak, işte o zaman rahata kavuşacaklar. Her yer ve herkesin kendileri gibi kirlenip, tek renk olduğunu gördüklerinde, o zamana değin yaptıkları ve sonrasında yapacakları için kendilerine bir meşruiyet zemini yaratacaklarının çok iyi farkındalar. Aksi takdirde, diktatörlüğe doğru yol alan efendilerinin eteklerine hala korkulu bir şekilde sıkıca tutunmaları, onlar için pek de hayra alamet bir şey değil.

 

‘Büyük birader’ giderse, sayesinde kaptıkları köşe yazarlıkları, ağızlarının suyunu akıtan milletvekilliği hayalleri ve Kemalist/Çankaya aristokratlarından miras kalan debdebeli yaşamın yerle bir olacağının çok iyi farkındalar. O yüzden siz onların, mazlumların mağduriyeti postuna bürünüp, iktidarın sofrasında sakiliğe soyunmalarına bakmayın. O şöleni tertip edenlerin de, şölenden arta kalanlardan beslenen bu zevatın da elbet bir gün saltanatı yerle bir olacak.

 

Bunlar olurken, evveliyatından beridir kirlenmeye yüz tutan insan doğasının yerli yerinde durduğunu iddia etmek gibi gülünç bir safdillik içerisinde olduğum sanılmasın sakın. Yüzyıllardan beridir insana sirayet eden ve onu hem kendi türüne hem de tabiata karşı bir düşman haline getiren aç gözlülüğü görmezden gelmek, ne mümkün! Tersine, bugün ki politik atmosferin, tam da söz konusu bu aç gözlülüğü besleyip hızlandıran, önemli bir ‘katalizör’ işlevine sahip olduğunun gayet iyi farkındayım.

 

Bu durum şu sıralar, vaktiyle, yaşanmış mağduriyetlerden epeyce nemalananların, farklı bir mağduriyet söylemi ve malzemesi insan olan ‘gönüllü oyuncaklarıyla’ tekrardan sahneye çıkıp, yeni bir demokrasi parodisine soyunacaklarının da sinyalini veriyor. 2015’te Ermenilerin ağzına bal çalmak adına, ne zamandan beridir kendini ‘devşirtmeye niyetlenen Ermenilerden’ birkaç milletvekili gösterilirse, şimdiden uyarım, lütfen hiç kimse şaşırmasındır. Zira Ermenilerin, Kürtler ve yer yer de Alevilere oynanan bu bal-parmak siyasetinin sıradaki kurbanı olmaları için iktidar tarafından ‘şölen’ hazırlılarına başlandı bile!

 

Kürtlük, Türklük, Ermenilik, Alevilik, Sünnilik ve nicesi tüm farklılıklarımızı tam da iktidarın döşediği bu ‘tuzağın malzemesi’ kılmak için feda edersek, belki o zaman bizler de önümüzde düğme ilikleyip, yaltaklanan ‘köleciklere’ sahip olabiliriz. Ailelerimize ve yakın çevremize, dünya nimetlerinin neredeyse eksiksiz olduğu bir hayatı bu sayede verebilmemiz mümkün olabilir. Özetle, körelmiş ve köreltilmeye yüz tutmuş bir nefisle, her defasında daha fazlasını isteyen ve bu nefsin hastalık raddesine ulaşan ‘açlığını’ doyurmak için, tükenmeye yüz tutan kendi ahlak ve başkalarının ahlakını yemeğe tevessül etmek, sadece bir tercih meselesi. Zor ve olması gerekense, her zaman olduğu gibi büyük bir özveri ve iradeyle bu sefih tercihin tam da tersini yapabilmekte…

 

 

O yüzden Ahmet abi, güzelim, belki de bize anlatacak daha çok şeyin var. Mesela, ‘diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?’ Öyle ki, mendilimizde hala kan sesleri…

 

Yalçın ÇAKMAK

 

Hacettepe Üniv. Tarih Bölümü