SON YAŞAYAN MEHDİ; ŞAH İSMAİL HATAYİ MEHDİ'NİN CANINI KURTARAN XIZIR

İsa Mesih’in doğumundan 1524 sene sonra, mevsimlerden bahar ve aylardan Mayıs, Yer Azerbaycan ( Adırepagan/Zazaca’sı) toprakları, av partisine çıkan Şah aniden rahatsızlandı. Midesine sancılar girmeye başlamıştı. Elinde ki ok ve yayı yere bıraktı. Bulunduğu yere, midesini tutarak çömeldi. Etrafında bulunan Qızılbash leşkeri hemen yardımına koştu. Tüm İran mülkünde ki hasımlarını dize getiren, Afganistan’dan Sivas’a kadar uzanan geniş İran topraklarını bazen silahıyla bazen şiirinin gücüyle ayakta tutan Şah, kan kusuyordu ve ani vücudunu sarsan ağrı ataklarıyla boğuşuyordu. Şah, bir taht-ı revanla hemen çadırına taşındı. Şah’ın çadırının dışında nöbet tutan Sufiler, büyük bir üzüntüye gark olmuşlardı. Henüz 37 yaşında olan Şah’ın ölümüne alışabileceklerini sanmıyorlardı. Şah, yatağında kan-ter içindeyken, çadırı dışında bulunan askerler çoktan ruhen mateme bürünmüşlerdi. Hekimlerin dediğine göre Şahın durumu ciddiydi bir iç kanaması vardı. Nasıl olmuştu, nedeni neydi? Sorulan sorulara hekimler,  cevap verememişlerdi. Şah’ın başucunda bekleyen musahibi, baygın vaziyette olan Şah’ın bir şeyler dediğini işitti; éBatini’den Devlet olmaz, Batini’den deblet olmaz” diye mırıldanıyordu musahibine, İsmail.

Dışarda birileri kendi aralarında “Şah’ı zehirlemişler” dedi. Bir diğeri “şarabının içine zehri akıtmışlar” diyordu. Bir diğeri “ Rum Sultanın Casusları aramızda” diyordu.  Bir Qızılbash gömleğini yırtmış, bağrını açmış ve bağrına vurarak  “Şah, Mehdi’dir geri gelecektir” diye bağırıyordu.

Şah, akşama doğru biraz kendine gelir gibi oldu. Gözlerini açtığında karşısında Musahibini ve Safevi Devlet Erkanını gördü. El işaretiyle çadırdan çıkmalarını işaret etti, musahibine kalmasını söyledi.

“ Musahibim, benim için Hakk’a göçme zamanı geldi, Turap olup rüzgarla saçılacak ruhum cihana. Azrail başucumda nöbette, İsrafil Surunu benim için üflemeyi beklemekte, ben kendimi Mehdi zanneder oldum da yanıldım. Mazlumun carına Mehdi oldum belki, Qızılbash’ın gönlüne Mehdi oldum belki ama işte ne çare, ecel gelince  can kuşu kafesten çıkar artık..Çıkar artık…” son sözlerini birkaç kere tekrar etti ve tekrardan gözlerini kapadı.

Musahibi, endişeliydi. Endişesinde haksızda sayılmazdı. Şah henüz 37 yaşındaydı. Rum Diyarından Horasan’a “ Mehdi” gözüyle kendisine bakan, onun tek emriyle kendisini gözü kapalı ateşlere atacak kadar seven muhipleri vardı.

O, sadece Şah değildi. Şahların Şahı ünvanına , “Şahan Şah” ünvanına İran Tarihinde İslam sonrası nail olan, Keyhüsrev’den Darawes’ten Serxas’tan sonra İran tarihinin gördüğü en büyük fatih ve komutandı. Kimine göre Mehdi’ydi kimine göre Mehdi’nin habercisiydi kimine göre Mehdi’nin yer yüzünde ki tek meşru vekiliydi.

Akkoyunlu Dayıları tarafından Van’da Ahdamar adasında mahpus tutulduğu gün, hayatın kendisi için çilelerle dolu olduğunu anlamıştı. Ahdamar adasından kurtulmayı başarıp, Deylem Dağlarına iltica ettiğinde, çocuk yaşta olmasına rağmen kendisinin önünde edep-erkanla eğilen sadık muhiplerini görmüştü.10-11 yaşlarına geldiğinde sakalı henüz çıkmamış bu çocuk Erzingan ( Erzincan) düzlüklerinde Tercan yaylalarında Koye Hobeg ( Höbek Dağı) eteklerinde kendisine Mehdi gibi tapan, muhipleriyle Anadolu’nun içlerine Dulkadir Maraş-Malatya ellerine geçmiş, geçtiği her yerde hem Rum Sultanının hem Memlük Sultanın tebaasında derin bir manevi iz bırakmıştı. Okuduğu şiirler, bir ordu marşı gibi muhiplerini, dinleyenlerini etkiliyor ve Rum Toprakları akın akın Mekke’ye Medine’ye değil Cansıza değil Canlıya akıyordu.

Konstantiniye’de ki yaşlı Rum Sultanı Beyazıd kendisine gelen raporları okuduğunda çılgına dönüyordu. “ Rum diyarı boşalıyor, Sultanının tebaası akın akın gerisin geri İran’a göç ediyordu. Göç edenlere göre beklenen Mehdi gelmişti, Mehdi zuhur etmişti. Mehdi, Şeyh Safi’nin mübarek soyundan henüz bıyıkları dahi terlememiş bir çocuğun bedeninde ortaya çıkmıştı. Erdebil Tekkesinin postuna oturan güzel yüzlü güzel sözlü Şah’ı Mehdi görüp, gerdek gecesi Şah’a doğru yola çıkıp, gelinleri geride bırakanlar vardı. Kimine göre haşaa huzurda Hazreti Ali’nin ruhuna sahipmiş, atı da Hz. Ali efendimizin atına benzermiş…” diye devam ediyordu raporlar.

Gençliğinde babası Fatih Sultan Mehmed ile kavgalı olan, kardeşi Cem Sultan’la kavgalı olan Sultanın karşısına, yaşlılık yıllarında şimdi de başka bir sorun çıkmıştı. Sultana göre Erdebil Tekkesinin başındaki şeyh henüz gençti ve etrafındakilerinin sözü ile Rum Ülkesini karıştırıyordu. Her sene Osmanoğlu, ikrarını tazelercesine Erdebil’e çıralığını/akçesini hem göndermiyor muydu? Şimdi nereden çıkmıştı bu Erdebil Şeyhi diye sadece düşünmek isterken bir yandan da kendisini tahtından etmek isteyen oğlu Selim’le uğraşıyordu. Selim’in onu, şu genç Erdebil Şeyhi için tahtından edeceğine inanası gelmiyordu ama kaderinde ne yazılıysa oydu. Cem Sultan’la ahirette buluşma sırası gelmişti ve zehirlenerek geride kaos içinde bir devlet bırakarak Sultan Beyazıd vefat etmişti.

Genç Şah’ın amacı Rum Sultanıyla ceng etmek değildi. Böyle bir niyeti yoktu. Ancak Rum Tahtının yeni sahibi Sultan Selim’in vardı. Sultan Selim’e göre doğu da parlayan ve kendi tebaasının “ Mehdi” olarak gördüğü “Yıldız” sönmeliydi. Şayet sönmez ise birkaç sene kalmadan tüm Rum ülkesi tebaası genç şeyh adına ayaklanacak ve pay-i tahtı ele geçirip, Mehdi dedikleri İsmail’i Konstantiniye Tahtına oturtacaklardı.

Sultan Selim ordusunu topladı, Yeniçerilere ihsanda bulundu, kardeşlerini ve kardeşlerinin çocuklarını boğdurttu ve artık Rum Ülkesinin tek sahibi olarak en büyük düşmanına, tebaasının onu Mehdi gördüğü Erdebil Şeyhine doğru yürümek zamanıydı. Yolda Hacı Bektaşi Veli Türbesine uğradı, dua etti. Bir kulağını deldirdi, Bektaşi küpesi taktırdı. Sultan Selim, Bektaşi Yeniçerilerin desteğini alamadan kendince ilan ettiği cihattan muzaffer dönemezdi. Şüphelendiği Yeniçerileri geride bıraktı, kendisine ok atan yeniçerilere boyun eğmedi ve seferine devam etti ve karşısına genç şeyhin çıkmasını sabırla ve tahrikle bekledi.

Şah’ın alnında kuruyan bezi ıslatıp, değiştiren musahibine aniden Çaldıran gelmişti. Cengten bir gün önce açılan meşveret meclisinde Şah ve yaverleri şarap içip, gün ağardığında Rum Sultanıyla nasıl ceng edeceklerini düşünüyorlardı. Şarap içerek devlet meselelerinde karar almak İran’ın İslam öncesine uzanan kadim bir geleneğiydi. Cemşid’in yolunu takip ediyorlardı, kural buydu. Cemşid’in Şarap Kadehinin sesi olmadan bir İran Şahının karar alması, kabul edilemezdi. Ve öyle de oluyordu. Kadeh sesleri arasında Şah, kararını vermişti, “ Ben Rum Sultanına gece saldıramam, bu eşkıya işidir ben eşkıya değilim, yarın sabah bizzat onu ceng meydanına davet edeceğim” diyordu.

Sabah doğudan yükselen güneş Rum Askerlerinin gözünü kör edercesine parlıyordu. Rum ve Safevi Ordusu adına Maku denilen ovada yerlerini almışlardı. Şah’ın ordusunda sabah yükselen güneşle birlikte duaya başlayan sufiler, hep birlikte “ Şah, Şah, Şah, Şah” diye haykırıyor ve kalkanlarına kılıçlarını, mızraklarını vurarak atlı birliklerinin saflarını oluşturuyorlardı.

Şah, atının üzerinde iki ordunun ortasına doğru tek başına ilerledi. Ve seslendi; “Ey Rum Sultanı, kardeş kanı dökülmesin, gel soylu ruhlara yaraşır şekilde teke tek ceng edelim. Kim galip, çalarsa o taraf muzaffer kabul olsun.” Dedi.

Sultan Selim, çadırının önünde bindiği attan Erdebil Şeyhini görebiliyor ve duyabiliyordu. Kendisi 40’lı yaşlardaydı ve karşısında ki rakibi de henüz 24 yaşındaydı. Bir an niyet etmek istedi ancak bunu kabul etmek çılgınlık olur, dedi içinden. Bu tam bir çılgınlık dedi tekrar ederek, içinden ve Şah’ın teklifini reddetti. Onun karşısına Malkoçoğlu’nu çıkardı ve Malkoçoğlu’nun sonu da, Sultan Selim’i fikrinde isabet olduğuna ikna etti.

Malkoçoğlu’nun ölümünden sonra iki ordu büyük bir meydan savaşına başladılar. Qızılbash süvarilerinin hız ve manevra kabiliyeti, gözü pek cengaverlikleri ve Mehdi uğruna savaştıklarına inandıklarının yarattığı yüksek motivasyon Rum Ordusunu şaşkına çevirmişti. Rum ordusu sayıca Qızılbash ordusundan 4-5 kat fazla olmasına rağmen, onlar kadar bir moralle savaşamıyordu. Savaşın gerisinde olan bazı Yeniçeri komutanları ise derin bir aldatılmışlık duygusu içindeydiler. Pişmandılar. Ancak bu saatten sonra ne değişebilirdi ki, bir kere Sultan Selim’e biat etmişlerdi, şimdi şu kanın oluk-oluk aktığı meydanda savaşı bıraksalar, bu askerlik töresine, Yeniçeri Ocağının törelerine sığmazdı. Yeniçeri seraskerlerinin gözü bir yandan da Sultan Selim’deydi. Sultan Selim, İstanbul’dan Trabzon limanına oradan İran’a kadar taşıtmış olduğu topları ateşlenmesine karar vermişti, diğer bir yandan tüfenkçiler de Qızılbash süvarilerine ateş etmek için tüfenklerini barutla dolduruyorlardı. Her şey hazır olduğunda, Sultan Selim “ateş” emri verdi. Aynı anda toplar ve tüfenkler Qızılbash ordusunun üzerine ateşlendi.

Şah, tüfenk ve top sesinden ürken atından yara alarak düştü. Atından düşmesiyle birlikte etrafının Rum Askeriyle sarıldığını gördü, yakınında Şah’ın esir alınmak üzere olduğunu gören “ Xızır” adlı Qızılbash süvaresi “ Şah benem, Şah Benem” diye bağırınca, dikkatleri üzerine çekti ve Şah’ın o an fırsat bulup, geri çekilmesini sağladı. “ Xızır” gerçek Xızır değildi ama Mehdi gördüğü Şah’ın canını kurtarmıştı…

                                                 (Edebiyat sevenler için Hikaye Devam Edecek)