Hani, Âdem’i yaratıp da tüm meleklerden ona secde etmesini istemiştin ya, bu buyruğuna bir tek Şeytan karşı gelmişti! “Beni ateşten onu ise balçıktan yarattın” diyerek karşı koymuştu hükmüne. Sonrasında da, ona tercih ettiğin varlığın ne denli pespaye olduğunu göstereceğini bildirerek, huzurundan çekilmişti.

O günden beridir yaşananlar, yaratılışın en eli kanlı canlısı olarak biz insanların dünya üzerindeki vahşetine tanıklık ediyor. Ve şimdi dönüp dolaştığımız yerde, Ezidilerin (Yezidi) kutsadıkları Şeytan’ın ne denli “haklı çıktığını” görüyoruz. Neden mi? Çünkü her şey, Şeytan’a tercih ettiğin varlığın, bunca zaman boyunca işlemiş olduğu pespayeliği gösterircesine meydana geliyor. Ne bunca kötülükleri işleyecek insanların haksızlığını ne de sana olan sevgisinden ötürü buyruğuna isyan eden Şeytan’ın haklı çıkacağını bilmiyor olamazdın.

Evet, biliyordun. En azından ben senin bunu bildiğine kanaat getirerek inandım sana. Fakat yine de, ne zamandan beridir kendime soramadan edemiyorum: Neden? Bizleri nasıl bir sınavdan geçiriyorsun da, bütün bu musibetleri kendi başımıza, yine biz getiriyoruz? Sen ki bize “şah damarımız kadar yakınken” özene bezene yarattığın şu âlemin kanına susayan insanların, onu nasıl olur da yerle yeksan etmesine göz yumuyorsun, söyler misin? Yaratılanı senden ötürü sevenlerin getirdiği ikrarların nazarında hiç mi kıymeti yok! Ama “bir dakika”, ya da doğru ya, “yaratılanı senden ötürü sevmenin” değeri de sırf laf olup gitti. Üstelik de, Muhammed’in ümmetinin haklarını savunmak adına riya kokan “one minute” lakırdıları arasında…

Haberdar edilmişsindir mutlaka. Daha geçenlerde yüzün üstünde kulun, senin vadettiğin söylenen cennetinin aşkıyla yanıp tutuşan diğer ‘kullarınca’ patlatılan bir bombayla Ankara’da katledildi. Merak ediyorum: Olduysa şayet, meleklerin onları cennetin kapısında nasıl karşıladı? Peki ya diğerleri, hani şu senin adına katledildiğine inanılıp, “cehennemin azap ateşlerinde yakılacaklarına” kanaat getirilenler? Durum böyleyse eğer, sorgu ve sualleri de yapılmadan cehenneme gitmiş oluyorlar ki, o zaman ben yeniden soramadan edemeyeceğim: Hani senin verdiğin canı yine sen alırdın. Hani senin huzuruna kul hakkıyla gelmememiz gerekiyordu, hani…

Yukarıda “haberdar edilmişsindir” dedim. Çünkü benim doğup büyüdüğüm, daha önce de yazmıştım ya, “ateşin bile bir canının olduğuna inanıldığı için üzerine su dökülmeyen” o topraklarda, başımıza gelen her musibetin sorumluluğundan seni özellikle sorumlu görmeyip, uzak tuttuk. Çünkü yıllarca, içinde boğulduğumuz o kan deryası katliamlara müsaade etmeyeceğine inandık. “Haq şi (tanrı gitti), tanrı gitti ki bütün bunlar başımıza geliyor” diyerek, seni her türlü olumsuzluktan ve kötülükten münezzeh tuttuk. Baksana, seni bunca sevip, gönüllerimizde yer verirken nelere reva görüldük! Ama öyleyse eğer, neden senin yerine soyunup da hükmünü sürdürenlere bunca zaman göz yumdun? Değilse şayet, söylemeye de dilim varmıyor, “bizim üzerimizden güç gösterisinde bulunmak ve intikam almak” hoşuna mı gidiyor? Hoşuna mı gidiyor bunca kan revan, gözyaşı, ölüm, yarım kalan hayat ve havada asılı onca çığlık!

Suçumuz barış istemek miydi yoksa barış isterken, sana göre çok önceden işlediğimiz günahların hesabını zamansız bir anda vermek mi? Durum bundan ibaretse, tam da bu nokta da payımıza, yıllar önce Hayyam’ın sana yönelttiği suali hatırlatmaktan başka bir şey düşer mi: “Yaptığım kötülüğe kötülükle karşılık vereceksen, seninle benim aramda ne fark kalır, söyle?”

Yoksa, şimdi köşemize çekilip bütün bu felaketlerden bizleri uzak tuttuğun ve akıbetimiz ölenlerimiz gibi olmadığı için şükrederek, sevinmemizi mi istiyorsun. Peki, ya sonra? Ölülerimizin bedenleri üzerinde bunca ‘tepişilirken’ ve her birimiz adeta cennetin kapılarını açacak birer anahtar gibi hedef gösterilirken sessiz ve sedasız beklememizi mi istiyorsun! Evet, bu hiç de uzak bir ihtimal değil. Üstelik de cennet hayaliyle yanıp tutuşan buncaları varken. Bunlara maruz kalmak artık olasılık olmaktan çıktı. Mesela ben, bu satırlardan sonra sokağa adımımı attığımda bir oldubittiyle bu sonu yaşayabilirim. Sen de biliyorsun ki, yan odada kitap okuyan eşimin bile bunları yazdığımdan haberi yok. Ama sırf sana olan inancım gereği bunları söylemek zorunda hissediyorum kendimi. Üstelik bu yazının, içi kararmışların muzip bir gülümsemeyle dudaklarının arasında mırıldandıkları “kahraman olmak için yazılmış bir yazı” niyetiyle yazılmadığını da biliyorsun. Sadece, yüreğinde acılara artık daha fazla yer kalmayanlardan biri olarak ulu divanda huzuruna çıktığımda, inandığım bu haklılıkları dile getireceğimi bilsinler istiyorum. Gerisi seninle benim aramdaki iş!