Okula başladığınız ilk gün, yaşamınız boyunca hiç unutamayacağınız günlerdendir. İlkokula giden çocukları gördüğümde çok heyecanlanırdım, “ben ne zaman başlayacağım, ben de okullu olsam” diye içimden geçirirdim. Sekiz yaşıma bastığımda abimin kızı ile ilkokula kaydolmaya gittik. Yanımızda büyüklerimiz yoktu, neden yoktular hâlâ anlayabilmiş değilim.

Başöğretmenin odasına vardık:  “Gelin bakalım çocuklar! Dedi. Herhalde okula başlamak istiyorsunuz, hemen kaydınızı yapalım” dedi. Başöğretmen Turan Özgür zaten köyün (Yeşilova- Güney) tüm çocuklarını tanıyordu. Kara kaplı bir defter çıkardı, oraya hemen kaydımızı yaptı. İşlemler için bizden kimlik falan istemedi; belli ki kendi isteğimizle okula kayıt yaptırmaya gelmemiz onu sevindirmişti.

Benim çocukluğumda yöneticinin kapısında müdür değil de, “başöğretmen “ yazardı. Köylüler öğretmenlere de “öğretmen bey! “ diye seslenirdi. Öğretmenlerin saygınlığının yüksek olduğu bir dönem. O zaman Türkçeye de çok önem verilir, sözcüklerin en doğrusu kullanılırdı. Yabancı dillerin salgını daha başlamamıştı. Herkes birbirinin konuşma bozukluklarını düzeltmeye çalışırdı. Bundan da kimse gocunmazdı; tam tersine doğrusunu öğrendiği için memnun olurdu.

Okula heyecanla ve hevesle başlamamızın bir nedeni vardı: Köyün ağır iş yükünden kurtulacaktık; okula gidip gelmek, ders çalışmak, yeni şeyler öğrenmek bize daha kolay geliyordu. Hatta tatilleri de hiç sevmiyorduk; iş güç nedeniyle tatil yapamıyorduk ki. Hayvanları otlatmak, onların bakımı ile ilgilenmek, tarlaya bahçeye gitmek hep çocukların yapacağı işlerdendi. Annesi babası varlıklı olanlar tatil olanaklarından yararlanabiliyordu.

Okula başladıktan kısa süre sonra okumayı söktük. Bu bizim için en büyük mutluluktu. Nerede bir düzlük bulsak oraya yazıyorduk; evdeki kapı, dolaplar ilk yazı örnekleriyle doludur. Oradaki yazılar ilk öğrenme sevincinin çocukça dışa yansımasıdır. Kurşun kalemle yazılmış o yazıları gördüğümüz zaman ileri ki yıllarda kendimize gülerdik. Bereket annemiz babamız bu yaramazlıklara bir şey demezdi. Herhalde yeter ki okusunlar, yazsınlar, heveslerini kırmayalım diye düşünmüşlerdir.

Okumayı söktükten sonra ne bulduysak okumaya başladık. Yolda önümüze çıkan bir gazete parçasını alır okumaya çalışırdık. Köyümüzün altından Denizli'ye her sabah bir otobüs giderdi. Dönüşte gelen otobüse “ gazete, gazete! “ diye el sallardık köyün çocukları olarak. Otobüsün penceresinden yolcular okunmuş gazete atarlardı; kapanın elinde kalırdı gazete. İşte böyle okuma serüvenlerimiz de oldu.

Öğretmenimiz bazen kısa kısa hikâyeler okurdu. Onun okuyuşunu çok beğenirdik, bizde onun gibi okumaya çalıştık. Öğretmenimizin çok güzel, işlek ve okunaklı bir yazısı vardı, onun gibi yazmaya özen gösterdik. Öğretmen bizim için örnek bir insandı; o her sözcüğümüze dikkat eder, yanlışlarımızı anında düzelttirirdi. Konuşma bozukluklarına da çok dikkat eder, doğru konuşmanın yollarını öğretirdi.

İleriki sınıflarda sadece okuma yazmayı değil, değişik türlerde kitaplar okuduk. Kendi güzel ses tonuyla da örnek okuma yapardı öğretmen. O güzel sesi çıt çıkarmadan dinlerdik. Bizde böyle okuyabilecek miyiz acaba diye içimizden geçirirdik. Okunacak çok kitap yoktu o zaman. Olsa da biz alamıyorduk zaten. Bazı arkadaşlar anne babalarıyla Denizli'ye gider gelirlerdi. Gelirken Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarını getirirlerdi. Öğretmen bize onlardan örnek okumalar yapardı. Kitabı olan arkadaşlardan ödünç alarak biz de okumaya başladık. Okuma bize yeni bir dünya keşfetmemizi sağladı.

İlkokul yıllarında Kemalettin Tuğcu okuma aşkımızı geliştiren yazarlardan biridir. Tuğcu'nun kitapları bizi sarıp sarmalar, çabuk ve kolay okunurdu. O kitapların konuları hâlâ aklımdadır. Kemalettin Tuğcu'dan sonra daha değişik türlere ve yazarlara yöneldik. Artık yavaş yavaş kendi seçimimizi yapmaya başladık, kitaplar konusunda.

Kazandığımız okuma sevgisi okulu korkulacak bir yer değil de, sevilecek bir yer haline getirdi. Çok çalışıyor, çok okuyorduk. Tarlaya işe giderken bile yanımızda okunacak kitap götürmeyi ihmâl etmiyorduk. Dinlenme sırasında bir ağacın gölgesinde okurduk. Bize okulu, okumayı, hayatı sevdiren ilk öğretmenim İbrahim Ergin'i unutamam.

Benim çocukluğumda herkes aşağı yukarı benzer yaşam koşullarına sahipti. Herkes çocuklarının okuluyla çok ilgiliydi. Derslerimizi iyi çalışır, annemizi babamızı utandırmamaya dikkat ederdik. Dışardaki büyükler bile ( evin dışındaki ) matematik, Türkçe, Sosyal Bilgiler...konusunda sınava çekerdi bizi. Okulda dersi iyi dinleyen, anlamaya çalışanlar bu tür sorulara muhatap olunca hiç zorlanmazdı. Soran da memnun olur, gülümseyerek giderdi.

O zamanlar okul malzemeleri de yetersizdi, paran olsa bile bulamazdın. Kalemi, silgisi olmayan arkadaşlarımız olurdu. Onlara kalem, silgi verirdi öğretmenimiz. Zor koşullarda okuduk ama keyifli yıllardı, o yıllar. Hep umutluyduk, iyi çalışırsak bir yerlere ulaşabileceğimizi biliyorduk. Şimdiki çocuklar koşulları iyi değerlendirebilirse, bizden daha iyi öğrenme sürecini geliştirebilir. Şimdi o yılları gülümseyerek anarım. Haydi çocuklar, zil çalıyor, gülümseyerek sınıflara koşun!...