(Hrant’a ve katledilen halkının aziz anısına... Ruhları şad olsun.)

 

Varlık koşulunu geleneksel bir düşman algısı üzerinden inşa ederek ifade eden Türk kimliğinin 20. yüzyıldan bugüne kadarki en büyük düşmanları, Ermeniler ve Kürtler olmuştur. Zira Mustafa Kemal’in Nutuk’unda, meziyetlerinden (!) ötürü övmekle bitiremediği Nurettin Paşa’nın, “Bu ülkede ‘zo’ diyenleri (Ermeni) temizlediler, ‘lo’ diyenleri (Kürt) de ben temizleyeceğim” sözü, o güne dek yapılmış ve sonrasında yapılacak olanları, devlet ricali ağzıyla özetleyen ciddi bir itiraftır. İttihatçıların, doğrudan veya dolaylı yollardan (deportation) Ermenileri katletmesiyle başlayan bu süreç, Nurettin Paşa’nın Koçgiri’de Kürtlere karşı giriştiği ilk katliam denemesi (1921) ile sonrasında kurulacak olan Cumhuriyet’e de miras bırakılacaktır. O günden bugüne kadar meydana gelenleri anlatmaya sayfalar kâfi gelmeyeceği için, şimdilik bu tarihi değerlendirmeyi okuyucunun takdirine bırakıyoruz.

 

‘Olağanüstü hal tarihçiliği’

            Egemen olmanın ana çerçevesini ‘olağanüstü hale karar vermekle’ ifade eden Carl Schmitt’in, siyasal literatüre armağan ettiği ‘olağanüstülük’ ya da ‘dışılık’ kavramı, gerek Türk siyasal erkinin gerekse bu erkle organik bağı bulunan ve ‘bilimsellik yalanının çamurunda’ çırpınan Türk tarihçiliğinin acizliğini, ziyadesiyle gözler önüne sermekte. Özellikle de Hrant Dink’e ithafen kaleme aldığı eserinde lafı dolandırmadan gediğine oturtan Oktay Özel’in söyledikleri, bu anlamda oldukça manidar: “Bu resimden çıkarılabilecek yegâne sonuç, bütün uzmanlık alanlarının, dolayısıyla mesleklerin ve bu arada tarihçiliğin elbette doğal kulvarının dışına çıktığı, her şeye hâkim bir gündelik pragmatizmin veya stratejik ‘üst yarar’ın, yani kamusal yararın bütün uzmanlıkları önceden belirlenmiş hedefler (‘milli dava’ ya da ‘ulusal çıkar/yarar’) doğrultusunda yeniden harmanlandığı, araçsallaştırıldığı bir ‘olağanüstü hal tarihçiliği’dir.”

 

            Ne yalan söyleyeyim, militan Türk tarihçiliğinin Ermeni katliamı karşısındaki yok sayma ve reflekse dayalı tutumu, geçmişte uygulanan vahşetin, bugün dilin aşağılayıcı kelime hazinesinden devşirilen ‘piç’likle meşrulaştırılıyor olmasında da büyük emeği geçmiştir. Bu yüzden de tarihçiliği arşiv belgesi okumakla eşdeğer gören bu garabet zihniyetin, bugün toprağın altından çıkan toplu mezarlar ve süngü zoruyla uçurum boşluklarına itilen insanların yaşadıklarıyla empati kurmasını beklemek, en yalın anlamıyla safdillik olur. Keza Julien Benda’nın Alman felsefecilerinin sefaleti üzerine dile getirdiği, “Tanrıları onurlandıran asil bir bakireyi çocuklarının zaferini haykırmakla meşgul bir canavara dönüştürmek, Alman felsefecilerin ezeli ve ebedi utancı olacaktır” sözü, bugün Türk tarihçiliğinin de içinde bulunduğu durumu özetler bir hal almıştır. Zaferden zafere koşarak tanıtılan bir neslin, bu zaferleri kime karşı ve nasıl elde ettiklerini sorgulamadan dile getirmek, Türk tarihçiliğinin sefaletini de gözler önüne sermekte.

 

            Peki, durum sadece bundan mı ibaret? YÖK sultası altında, köprünün diğer ucunda kendilerini bekleyen doçentlik ya da profesörlük unvanları için varolan gerçeği saklamaya mecbur kılınmış meslektaşlarımızın haline ne demeli? İşte tam da bu yüzden Ermenilerin başına gelenleri güçlü biçimde dile getiren, yerli ya da bu ülkede yaşayan yabancı akademisyenlere ender biçimde rastlamaktayız. Bunu dile getirenlerin mesleki ‘kariyerlerinin’ tehlikeye girmesi bir yana, yaşamsal varlıklarına da olmadık tehditler yönelmekte. Çünkü adı bilimsellikle anılan Türk üniversitelerinin kendi akademik personeline dayattığı yegâne koşul, sınırları çizilmiş olan resmi söylem dairesinin dışına çıkmamak.

 

Gerçeği arşive hapsetmek

            Dersim’deki Kürt Alevilerine yaşatılanları bir arşiv düellosuna çeviren hükümet ve ana muhalefetin, bu topraklarda katledilen halkların gerçeğini dahi kendi tekelinde bulunan arşiv belgeleriyle izah etmesi, acınası bir durum. Bu, aynı zamanda acıları yaşayan ya da dinleyen canlı tanıkların söylediklerinin de dikkate alınmayıp, tez elden kestirilip atılması demektir. Kendi tertipledikleri belgelerin, kendi yarattıkları vahşeti ne denli yansıtacağı bir yana, bunu yansıtan belgelerin akıbetinin neler olduğu da düşünülmeye değer. Halkına yaşattığı acıların anlatılmasına dahi tahammül edemeyen bir devletin, zaman ilerledikçe gün yüzüne çıkmaya başlayan gerçek tablo karşısında kendi meşruiyetini yitirdiği de üzerinde durulması gereken ayrı bir durum. Çünkü bizler, bilginin tekelini elinde bulunduran modern iktidarların tersine, gerçeğin bilgisinin reddi üzerine kurularak, sadece kendi sunduğu bilginin doğruluğunu dile getiren bir devlet geleneğine sahibiz.

 

Balo’nun hikâyesi

            Balo, 1910’lu yıllarda Dersim-Hozat’ta Ermenilere karşı yapılanlarda aktif rol oynamış bir ‘Dersimli’. Yakalanarak kendisine getirilenleri, bugün adına ‘Kayış Yolu’ adı verilen uçurumlardan tekmeleyerek aşağı atmasıyla ünlenmiştir. Bölgede yaptığım sözlü tarih çalışması vesilesiyle karşılaştığım eski kuşak insanların anlatımlarının çoğu, yıllar önce bölgede katledilen Ermenilerin acı hikâyeleriyle dolu. Balo’nun hikâyesindeki en çarpıcı yan ise kendisinin de bir zamanlar ölüme yolladığı insanlar gibi aynı uçurumdan aşağı düşerek can vermiş olması. Dersimliler bu durumu şimdi, “Etme kulum, bulursun zulüm” şeklinde ifade etmekte.

 

            Ne gariptir ki Ermenilere yapılan zulmün en büyük failleri, bugün kendileri de aynı zulme maruz kalan Kürtler olmuştur. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, kendi atalarının Ermenilere karşı yaptıklarından dolayı özür dilemesi, yapılacak olan yüzleşme açısından atılmış cesur bir adım. Benzer itirafların, kamuoyunun diğer kesimlerince de dile getirilmesine ihtiyacımız var. Özellikle de içlerinde bir katre entelektüel vicdanı bulunan tarihçilerin, bu itirafların yapılmasına önayak olmaları gerekmekte. Çünkü “Tanınmamış olmak ve karanlıkta ölmek acıdır. Bu karanlığı aydınlatmak, tarihsel araştırmanın onurudur.” (Horkheimer)

 

(Radikal-25/01/2012)