KÜLTÜR

Kültür: İnsan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.

Toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır.

Kültür, toplumsal yaşamın ürünüdür, işlevi toplumsal pratikleri anlamlandırmaktır ve kendisi de ancak toplumsal yaşamın başka yönleriyle ilişkisi içinde anlam kazanır.

“Kültürlü olmak”, günlük yaşamında bilgili, görgülü ve incelikli olmak anlamına gelir. Kültürlü insan uygarlığın nimetlerinden bilinçli olarak yararlanan eğitimli kişidir.

Kültürün ilk pozitif tanımını antropolojinin kurucularından Edward Burnet Tylor yapmıştır. Ona göre kültür “bilgilerden, inançlardan, sanattan, ahlaktan ve insanın toplumda yaşayan bir varlık olması nedeniyle edindiği bütün öbür yetenekler ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bütündür.

Kültürün farklı yapıtlarda tam 164 farklı tanımını görmek olasıdır.

Kültür “zihindeki düşünceler” den oluşur. Kültür bir soyutlamadır ya da davranışların soyutlanmasıyla elde edilen zihinsel bir üründür.

Kültür bireylerin değil, bir bütün olarak insan türünün ya da toplumun yarattığı bir olgudur. Toplum, kültürden önce ortaya çıkmıştır. Beynin gelişmesi, ellerle ayaklar arasında ilk işbölümünün oluşmasına yol açmış, eller beslenmeye, ayaklar da dallara tutunarak hareket işlevine ayrılmaya başlamıştır. Zamanla iki ayak üzerinde yürümeye ve dik durmaya alışan ilk insan konuşma ve alet kullanmayla birlikte, kültürel gelişmesinin ilk evresini tamamlamıştır. Toplumun ortaya çıkışını olanaklı kılan işbölümü, dilden ve kültürden bağımsızdır. Dil ve kültür bu işbölümünün ve çalışmanın yalnızca ifadesidir. Dil bir anlamda kültürün kendisidir.

Kültür birikerek gelişen, karmaşıklaşma ve yayılma eğilimi taşıyan bir süreçtir. İnsan türüne özgü bir sistem olarak ortaya çıkar ve bir kez ortaya çıktıktan sonra, doğan her yeni birey aracılığıyla kendini sürdürür ve karmaşıklaştırır.

Tylor da kültürü, bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği, bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan, karmaşık bir bütün olarak ele almıştır.

Marks ise kültürü “Doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şey” olarak tanımlamıştır. (İnsan ve Kültür, B. Güvenç, s, 96)

Antropolog Murdock ise kültürü, “içgüdüsel ve kalıtımsal değil, her bireyin doğduktan sonraki yaşantısı içinde kazandığı alışkanlıklar” olarak tanımlar.

Kültür; belirli bir coğrafi alanda yaşayan insan topluluğunun, geçmişten gelen yaşam biçiminin, düşüncelerinin, inançlarının, değerlerinin ve düşünsel birikim ve bilgilerinin tümüdür. Müşterek dokulardan oluşan bu bütünlük, topluluğun öğelerini birleştirip, onun ahenk içinde yaşamasını sağlar. Bir başka deyişle kültür, bir toplumsal kimliktir.

Kültürle ilgili tartışmada, çağdaşlar arasında üç önemli isim öne çıkıyor: 1. Eliot, 2. Levis, 3. Marx. Dolayısıyla üç farklı yaklaşım (Ortak Bir Kültür Fikri, Raymond Williams 1968), Resourees of Hope) adlı metinden çeviren-Alev Özkazanç)

Eliot’un kültür kavrayışı organiktir. Her bireyin kültürü, bir sınıf ve gruba bağlıdır. Bu grup ve sınıflarda oluştuğu için, kültür bir yaşam tarzıdır. Ailelerin, kültürün aktarılmasının en önemli kanalı olduğunu vurgular. Aile, bu hayati işlevi yerine getirmezse, kültürün bozulacağından emin olmamız gerektiğini söyleri.

Kapitalizmin, sınıfı ahlaken çökerttiğini, bağımsızlıklarının ellerinden alındığını, bencilleştirdiğini söylerken, yaratıcı seçkinlerin olması gerektiğini ve kültürü ancak bu ayrıcalıklı sınıfın koruyacağını söyleyecek kadar gelenekselci kapitalist toplumsal ilişkileri ve sınıf yapısına ilişkin bilimsel bir kavrayışı barındırmayacağı kadar da uzaktır.

“Kültürün bunalımda olduğunu” kabul eden Levis ise, bunun baş düşmanının makine olduğunu iddia eder. Makinalaşmanın, dini kökten etkileyerek toplumsal düzeni ve ahlakı bozduğunu, örf ve adetleri ortadan kaldırdığını, halkın ortak bir kültürü artık paylaşamayacağını belirtmiştir. Sanayi öncesinin insanlara, kültürlerini miras yoluyla yaşama hakkı verdiğini ve sermaye-emek arasında bir çatışmanın olmadığı işçilerin, uzun çalışma saatleri ve düşük ücretle, baskı altında olduklarını hissetmeksizin katlandıklarını belirtmiştir.

Marks’ın yaklaşımı ise, kültürün genel yaşama koşullarımızdan ayrılmaz olduğunu, sınıflı bir toplumda kültürün zorunlu bir sınıfsal içerik ve anlam taşıdığını, toplumların tarihsel gelişiminde, insanlar ve sınıflar arası ilişkilerin değişimine bağlı olarak, kültürün de değişeceğini vurgular. Kültürün sınıfsal yapı, ekonomik sistem ve siyasal örgütlenme kavramlarıyla bağlantılı düşünüldüğünde bir anlam ifade ettiğini belirtir. Ayrıca kültürü, alet ve makine gibi maddi üretim araçlarından ayrı düşünmek mümkün değildir.

Kültürel gelişmenin nitelik ve niceliğini belirleyen sanat, edebiyat, felsefe ya da din değil, sanayi ve üretim tarzıdır. Kültürün temelinde üretimini ve yeniden üretimini sağlayan maddi arçlar, yani teknoloji yatmaktadır. (K. Marks ve F. Engels, Alman İdeolojisi) bu yaklaşım kültürün ekonomiye olan bağımlı ve eşitsiz ilişkisini belirtir.

O halde kültür öğrenilir. Dil sayesinde yeni kuşaklara aktarıldığı için tarihi ve süreklidir. Bu aktırılan ve öğretilen kültür çeşitli gruplar içerisinde paylaşılır, oluşur ve toplumsaldır. Kültür, biyolojik ve psikolojik ihtiyaçları karşıladığı sürece doyum sağlayıcıdır. Bu doyum ortadan kalktığında kültür çevreye uyum sağlayarak değişir.

Kültür, kültürün tarihçesinden tutun, her bilim adamının farklı olarak belirttiği tanıma kavramının toplumsal yapılardaki (aile, ekonomi, teknoloji, eğitim, dil, tarih, coğrafya v.b.) etkisine kadar çoğaltabileceğimiz geniş bir kavramdır. (Aile kültürü, kır kültürü, kent kültürü, kitle kültürü v.b.)

Troçki’nin kültür tanımı ise şöyledir; “Kültür insanoğlunun tarihi boyunca edindiği tüm bilgi ve becerilerin toplamıdır. İnsanoğlunun-ulusların ve sınıfların-bilgi ve becerilerinin bileşkesidir.”

Ortak kültür kavramına gelince; toplumların gelişme aşamasında, anlaşım ve değer yaratımları (gelenek, görenekleri, normları ve kültürleri oluşturan öğeleri) belirli bir azınlığın değil, toplumun tamamına yayılıyorsa “ortak kültür” den bahsedebiliriz. Halkın çoğunluğunun, bir halk olarak kendi değerini yaratarak miras yoluyla aktarabiliyorsa bu ortak kültürdür. Örneğin Anadolu Kültürü gibi.

Peki, uygarlık nedir?

İşte kültür uygarlığın bilincidir. Teknik alanda ortaya konulan etkinliklerle düşünce anlamında ortaya konulan etkinlikler hep birlikte uygarlığı oluşturur.

Evet, kültür, insanın en genel bilgisidir. Onun bizdeki yansımasıdır. Bizde içselleşmiş biçimidir. Bu nedenle kültür hem toplumsal bir olgu hem de kişisel bir olgudur.

Özetle kültür bir toplumun, bir kıtanın, bir insanlığın bütün düşsel etkinliklerini kapsar. İnsan kültürde insanlığa kavuşur, insan olmanın yoğun bilincine ulaşır. Teknolojik etkinlikler alt yapı değerlerini oluştururken kültür üstyapı etkinliğidir.

Kültür adamı insanlığın tarihine kavuşmuş, insanlığın tarihine yerleşmiş kişidir. Gerçekliğin en evrensel görünümüdür. Bu nedenle kültür bireylerin değil bir bütün olarak insan türünün ya da toplumun yarattığı bir olgudur.

Egemen kültür nedir?

Evet, evlerimizde bir kahve kültürü ve kahve estetiği hala süregidiyor mu? Taze kahve pişiren genç kızlarımız var mı hala? Ya da bir tas ayran veren genç kızlarımız? Bilemiyorum.

Bildiğim kadarıyla kentlerde artık ev oturumlarında Coca Cola içiliyor, kahvenin yerini Nescafe, Coca Cola ya da Amerikan “Fast food” kültürünün herhangi başka bir aracının aldığını ve bu emperyalist kuşatma altında olduğumu anlıyorum.

Doğallığın yerini marka almıştır. Egemen (kuşatıcı) kültür ezdiği kültürü, topyekûn, bir saldırıyla yüz yüze bırakmıştır. Modadan spora, spordan siyasete, siyasetten sanata, sanattan teknolojiye egemen olmaktadır.

İnternette bile “Chat kapı” oluvermiş. Bu dille birlikte yaşama kültürüne de müdahaleden, yaşama kültürünün yıkımından başkaca nedir ki?

Nedir çözüm diye sorduğumuzda yanıt toplumun dillerinde gizlidir. “At, sahibine göre kişner”, “At bizde, yular başkasında oldukça sorunun hiçbir zaman çözülmeyecek demektir. Dilin sahibi, onu bütün haklarıyla kullanma gücüne erişmek için öncelikle dil bağımsızlık uğraşını vermek zorundadır. Ancak bu durumda ulus dili, doğal iletişim aracı olarak bütün kuşatmaların üstesinden gelebilir.

Kültür, toplumların paylaşılan değerlerini ifade ettiğinden, kültürü korumak bir anlamda Tunceli toplumunun heterojen bir yapıya evrilip parçalanmasını önlemek amacını da taşır.

Bir Toplumun kültürü onun ekonomik altyapısından kaynaklanıyor, ekonomik altyapıdaki değişmeler, kültürel değişmelere göre çok daha hızlı gerçekleşmektedir.

Kültürel yapılar ekonomiden şekillendiği gibi, bireysel davranışları da etkili bir biçimde yönlendirirler. Kültürlerin bu özellikleri uluslararası ekonomik ilişkileri kolaylaştırmada ve hızlandırmada da etkili bir role sahiptir.

Emperyalizm, bugün salt ekonomik sömürüyle yetinmemekte, dilimize de saldırmaktadır. Dünya kültür pazarının yüzde 96’sı ABD’nin denetiminde, yani tüm dünyada satılan CD, Sinema, Kaset, Video, VCD, kitap, MP3, internet vb. ürünler ABD tarafından üretiliyor, dağıtılıyor, pazarlanıyor demektir. ABD nüfusunun yüzde 80’i silah sanayisinden geçimini sağlıyormuş.

Kültürümüzü korumak, kültür emperyalizmine karşı direnmekse, bir yurttaş, bir insan, bir aydın olmanın bize yüklediği sorumluluktur. Yoksa bize, türkülerimizi, deyişlerimizi, ağıtlarımızı da unutturacaklar.

Yani sorun, olmak ya da olmamak sorunudur.

Tunceli toprağının sıcaklığını duyuyorum. Bu toprakların her bir parçası kutsaldır. Meşe ağaçları, Munzur suyu, çayırları, kengeri, karanlık ormanları, Düzgün Baba Dağı, Dersim insanının anılarının, yüzlerce yıllık yaşantısının birer parçasıdır. Bizim ölümlerimiz bu topraklarda, insanım diyebilen kişi bu toprakları unutmaz, unutturmaz.

Çünkü bu topraklarda Sultan Baba, Sarı Saltuk, Düzgün Baba, Munzur Baba, Sultan Seyit var. Bu topraklar bizim için kutsaldır. Munzur Suyu, Harçik Suyu bizim için akıp giden su değildir. Bu toprakların, bu suların kutsal olduğunu çocuklarımıza öğretmemiz gerekir. Biz Munzur’u, bu toprakları çocuklarımız gibi sevmeliyiz. Bu toprağın çiçeği, nergisi, gülü, parkların çıkardığı tatlı sesleri, kelebeklerinin kanat çırpışı bir başladır. Kuşların doğaya seslenişlerini duymadıkça yaşamın ne değeri kalır? Bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Dersim’in havasını severiz, hava kutsaldır. Nasıl kutsal olmasın ki hava. Atalarımız ilk nefeslerini onun sayesinde aldı, ölmeden önce son nefeslerini de burada vermişlerdi. Bu toprak kutsaldır. Bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı gösterelim, saygı duyalım.

Kültür, toplum çınarının gövdesidir. Edebiyat ve dil onun suyudur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bilge Kağan söylüyor, “ Töreni kaybettin mi kendini kaybedersin, bunun içindir ki köle olursun.” Bu bile yetiyor tanımlamaya “Üstten gök çökmezse alttan yer delinmezse, senin dinini, dilini yani töreni kimse bozamaz” diyor. Yeter ki töreyi kaybetme, kaybetmediğin sürece güçlüsün. Törede çok yüksek bir inanış var. İslam’da dinin koruyucusunun Allah olduğuna inanmak gibidir.

Ve yine diyorum kültürümüzü yaşayalım ve yaşatalım. Yaşasın kültür zenginliğimiz, yaşasın çeşitli çiçeklerden oluşan buketler.

Dostlar Türkiye beton değildir. Türkiye kavimler kapısıdır. Anadolu’muz kültür mozaiğidir. Yüz bin çiçeklerin yan yana yetişerek büyüdüğü, iklimi ile güzel insanlarıyla sıcak ve de kardeşçe birlikte yaşayacağız. Bu birlik, güzel birlik, bilinçli ve gönüllü birlikteliğin süreceği inancını taşıyorum. Bu çeşitlilik zenginliğimizdir, bu zenginliklere güzelliklerimizi de katarak birlik ve barış içinde yaşamalı ve yaşatmalıyız.

Aslolan ve zor olanı, sorunları barış içinde çözebilmek, farklı kültür ve inançları bir arada yaşatabilmektir.

Çağımızda çokkültürlülük bir yaşam şekli haline dönüşüyor. Ne yazık ki bilimsel, teknolojik devrim çağında insanlık hala aynı topraklarda çok daha fazla karışmış olarak yaşama gerçeğini görmezlikten geliyor. Çok kültürlülüğü özümseme, bir yaşam biçimine döndürmek eğilimlerinden uzak kalıyor. Sorumluluk duyan, insanım diyen herkes çok kültürlülüğü bir yaşam biçimine döndürmek için çaba harcamalıdır. Bu insan olmanın da gereğidir.