Bir Portenin Öyküsü … 

Sabahın erken vaktinde,  Tebriz’de ki otelden ayrılıp Hazar Denizi kıyısında ki Taliş şehrine doğru hareket etmeye başladık. Arabanın kasetçalarında Ahmet Kaya’nın gah insan ruhunu  hüzne sevk eden gah ta coşturan parçaları eşliğinde ilerliyoruz.

İlerlediğimiz yollar ne çok kötü ne de çok iyi diyebilirim. Tebriz ile Taliş şehri arasında Erdebil Eyaleti var. Dolayısıyla da Erdebil’i de görme fırsatı bulabiliyorsunuz. Tebriz- Erdebil arası bizim Erzurum-Kars bölgesi gibi yüksek rakımlı ve iklimi de benzer diyebilirim. Yolculuk sırasında uzakta bize sönmüş volkanik yanardağlar eşlik ediyor. Bu yanardağın ismi……. . Uzaktan yanardağın haşmetine şahit olduktan sonra çeşitli köy ve kasabalardan geçerek yolculuğumuza devam ediyoruz.

Değerli Okuyucu , İran’a yolun düşerse İran’ın bir çok şehir ve kasabasından geçtiğinde ana bulvarlar üzerinde askeri kıyafetler içerisinde insanların büyük posterler göreceksiniz. Bu posterlerde ki kişiler İran- Irak savaşında cephede savaşarak hayatını kaybeden insanlara ait. İşte bizde Taliş’e doğru ilerlerken bir çok şehir ve kasabada bu posterleri görerek ilerliyoruz. Ve galiba burada İran’da bir gezgin olarak sizlere bu savaştan bahsetmemi zorunlu kılıyor.

1979 yılında İran’da ABD’nin mütteffiki Şah Muhammed Rıza , ülkesinde bir iç savaş çıkmaması ve artan protestolar sonucu “ sağlık sorunlarını “ bahane göstererek bir uçakla ailesi ile birlikte ülkeden ayrıldı. Belki de “ kaçış” sözcüğünü kullanmak daha da doğru olabilir. Şah’ın İran’tan ayrılışı aynı zamanda 2500 yıldan bu yana İran topraklarında süren Monarşi Rejiminin  son bulması ve Büyük Darius’u , Büyük Kiros’u kendilerine halef kabul eden Şah’lar döneminin bitişi anlamına geliyordu.

Oysa ki çok değil 8 sene önce , Şah Muhammed Rıza 1971 yılında Büyük İskender’in yakıp-yıktığı Persopolis Antik şehrinde Pers İmparatorluğunun 2500. yılını kutlamış ve böylece Büyük Kiros’un Büyük Darius’ın selefi olduğunu , İran’da Tanrı adına hakimiyeti kullanma yetkisinin kendisinde olduğunu bir kez daha cümle aleme ilan etmişti.

Şah Muhammed Rıza’nın Pers İmparatorluğunun 2500. yıl kutlamalarından ise hiç kuşku yok ki,  ülkede ki ulema sınıfı ve sol-sosyalist hareketler hoşnut olmamıştı. Ulema sınıfına göre Şah “ dinden sapmış ve kendisini Allah’a eş görerek şirk içine düşmüştü “ , bu nedenle de Şah Muhammed Rıza’nın iktidarda kalması ve ülkeyi yönetmesi “ caiz” değildi. Ülke de ki ulusalcı-sol ve sosyalist hareketler ise “ monarşinin artık İran’da yerinin olmadığını ve egemenliğin millete ait olduğunu “ ileri sürerek sadece Şah’ın kendisine değil , 2500 yıldan bu yana İran’da devam eden monarşinin son bulması gerektiğini protestolarla ifade ediyorlardı.

Şah Muhammed Rıza ise Monarşisini savunmak adına ABD tarafından eğitilen SAVAK adlı polis teşkilatını devreye koyuyor ve İran zindanları Şah Karşıtlarıyla dolduruluyor , işkenceler ve infazlar karşısında ise İran toplumu sinmek ve susmak yerine her gün daha fazla Şah’a karşı mücadele azmiyle çeşit çeşit eylemlere imza atıyordu.

1971 yılından 1979 yılına gelindiğinde her şey Şah Muhammed Rıza için daha kötü bir vaziyetteydi. Şah Muhammed Rıza , bir yandan Modernleşme adına yaptığı reformlarla okullardan mezun olan ulusal-sol-sosyalist hareketleri,  diğer bir yandan Batı tarzı bir kültürle modernleşmeye karşı isyan eden ulema sınıfını  ve petrol fiyatlarının ucuzlaması ile dar boğaza girmiş olan İran ekonomisinin mağdurlarını ve ulema ile işbirliği içinde kadim çarşı esnafını karşısına alarak kaybedeni oynuyordu.

1971 yılı,  Persepolis’te ki konuşmasında gücünün zirvesinde olan güçlü Şah’tan, yıl 1979’a gelindiğinde eser yoktu. Toplumda ki “ Şah Karşıtlığına” rağmen , Şah’ın emri altında ve ona bağlı Ortadoğu’nun en güçlü ordularından biri olan İran Silahlı Kuvvetleri vardı. Şah’ın önünde iki seçenek vardı ya bir iç savaşı göze alarak , İran şehirlerinde sonu gelmez bir çatışmaya neden olacak ve ülke baştan sona harap olacak ya da ülkeyi geçici olarak terk ederek ileride olaylar yatıştığında ülkesine geri dönecekti. Şah Muhammed Rıza , emri altında ki askeri güce rağmen ülkeyi terk etme yolunu seçti ve ülkeyi terk etmesi ile beraber ülkenin kontrolü Şah karşıtlarının eline geçti.

Şah Muhammed Rıza’nın devrilmesi sonucunda ulema sınıfı ile ulusalcı-sol-sosyalistler bir ittifak yaparak yeni bir anayasa yapım sürecine giriştiler. Bu sırada ülke ki ulemanın ezici çoğunluğunun desteğini  almış bulunan ve Şah tarafından sürgüne gönderilmiş olan , Ayetullah Humeyni Paris’ten kalkan Fransız Hava Yollarına ait uçağı ile başkent Tahran’ın Mehabad Havaalanına iniş yaptı.

Humeyni’nın uçaktan inerken ki soğuk bakışları ve kendisinden emin tavrı ,  İran’da artık  hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını gösteriyordu. Humeyni’nin İran’a gelişi ile birlikte ulema ile sol-sosyalist-ulusalcı yapılar arasında ki ittifak her gün biraz daha dağılmaya başladı. Ve ulema sınıfı lehine bu ittifak çatırdamasının ilk kurbanı İran Silahlı Kuvvetlerinin kuvvet komutanları oldu. Kuvvet komutanları , haklarında adil bir yargılama olmadan kurşuna dizildiler. Ve daha sonra bu hazin akıbeti çok çeşitli rütbede ki askerler paylaşmaya başladı. Kurşuna dizilmeyenlerin yeri ise cezaevleriydi.

Şah’ın devrilmesi ve ülkede yönetimde her gün daha fazla ulemanın etkili olması sonucunda bir yandan Şah döneminin askeri ve sivil bürokrasisi tasfiye ediliyor diğer bir yandan sol-sosyalist ve ulusalcı yapılar her gün daha fazla “ pişmanlık” duyacakları bir sürecin kendileri için başladığını idrak ediyorlardı.

Değerli Okuyucu ,

Sizce bu sürecin , Türkiye’de ki süreçle bir benzerliği var mı ? Bunu siz okuyucuların analizine bırakıyorum. Ve size 1979 sonrası sürece dair ulema sınıfından bir Adalet Bakanı ile gazeteci arasında ki sohbeti aktarmak istiyorum ;

Sayın Adalet  Bakanı , siz haksız yere infaz edilen insanlar olduğuna inanıyor musunuz ?

Hayır , kesinlikle inanmıyorum. Hem aksi dahi olsa kişi masum olduğundan Cennete gider , bu nedenle de sevap kazanmış sayılırız.

Bu diyalogun , şu an da Türkiye’de geçerliliği var mı ? Bu cevabı ,  2016 yılının siz değerli okuyucusuna bırakıyorum.

1979’da,  İran’da monarşinin devrilmesi,  iç çalkantıları hala bitirmemiş , ordu ve devlet yönetiminde ki tasfiyeler ve tasfiyeler sonucunda ki kaosu biri fırsat bilmişti : Saddam Hüseyin

Irak Ordusu içinden gelen ve başarılı bir darbe sonucunda  Irak’ta ülkenin kontrolünü ele geçiren Saddam Hüseyin , müttefiki ABD’den aldığı modern silahlarla 1980 yılında İran’ın petrol kaynaklarının bulunduğu güney batı eyaletlerine saldırdı. Bu işgal hareketine karşı İran Hava Kuvvetleri yetersiz kalmıştı . Çünkü İran Hava Kuvvetlerin de ,  devrik Şah’a bağlılığı nedeniyle üst düzey komutanlar idam edilmiş , pilotların çoğu ise hapse atılmıştı. İşte bu koşullar içinde Saddam’ın uçakları her gün İran Hava Sahasına giriyor , Tahran-Tebriz başta olmak üzere İran şehirlerine bomba yağdırıyordu.

Saddam kendisinden çok emindi ve kısa bir süre içinde Tahran’da devrik şahın yerini alacağını  ve sabah kahvaltısını Bağdat’ta öğlen yemeğini ise Tahran’da yiyeceğini söylüyordu.

Bu şartlar altında İran’da bulunan “ Halkın Mücahitleri “  adlı ulusalcı/sol-sosyalist örgütte Saddam ile işbirliği yapma yoluna gitti. Çünkü netice de Saddam , BAAS partisinin başkanıydı ve ulusalcı-sosyalist bir hareketi temsil ediyordu. Ve her ikisinin ortak yönü de Şii Ulema nefretiydi ki bu farklı milletlerden olan iki partiyi , Humeyni Rejimine karşı ittifak yapmasında ana etken oldu. Humeyni ise , “ Halkın Mücahitleri “ adlı örgütü “ vatana ihanetle” suçladı ve bu durum  İran’da Ulema sınıfı karşısında olan ama Halkın Mücahitleri gibi düşünmeyen ulusalcı-sol-sosyalist hareketlerin siyaset sahnesinden silinmesine yol açtı.

İran Milletinin önünde artık iki yol vardı ;  ya topraklarını işgale kalkışan Sünni Arap Milliyetçisi Saddam  ile işbirliği yapan ve kendini ulusalcı-solcu gören İranlı Halkın Mücahitlerinden yana olacaklar ya da Şii’lere karşı acımasızlığı ile bilinen Sünni Arap işgaline karşı Humeyni Rejiminin yanında yer alacaklardı.

İran Milleti ise işte bu iki seçenekten daha milli olanını seçti ve Humeyni’ye destek vererek , Halkın Mücahitlerini işgalci düşmanla işbirliği yapan  marjinal bir siyasi hareket konumuna düşürdü.

Saddam’ın askerlerinin her gün bir İran şehrini işgali üzerine , tüm İran şehirlerinde çocukların da dahil olduğu bir seferberlik ilan edildi , Humeyni’de bu süreçte Şah yanlısı olduğu için  ordudan uzaklaştırdığı askeri bürokrasi ile buzları eritme yoluna gitti ve Şah dönemine ait ordu birlikleri geçte olsa savaşta aktif hale getirildi. Bu süreçte doğrudan Humeyni’ye bağlı olan ve gönüllülerden oluşan “ Devrim Muhafızları “ adlı askeri birlikler ortaya çıktı ve savaşta etkin bir rol alıp , zamanla Şah Döneminden ordusundan boşalan tüm kadroları doldurup ülke siyasetinde etkin bir güç haline geldiler.

Savaşın ilk dört yılında Saddam başarılı iken daha sonra ki dört yılında İran Ordu güçleri işgal edilen tüm kentleri kurtarıp , Irak topraklarına girdiler. İran Ordusunun Irak topraklarına girmesi sonucunda ABD ve Diğer Uluslar arası güçler savaşa Irak lehinde müdahil oldular ve İran-Irak savaşının başlattıkları gibi bitirdiler.

Bu savaşın,  İran Toplumuna faturası çok ağır aldı. 2 milyondan fazla insan hayatını kaybetti ve bunlardan biri de rehberimin dedesiydi. Rehberimin dedesi Tebriz’in bombardımanı sırasında hayatını kaybetmişti. Ve savaştan geriye de Şah Döneminden daha kötü bir ekonomik buhran kalmıştı.

İran’da edindiğim bir izlenimde İran Milletinin , Batı tarafından Arabi bir toplum olarak görülmesine karşı tepkisi  ve Irak işgali nedeniyle Arap Karşıtlığının toplumda başat bir kültür haline gelmiş olmasıdır. Saddam , Irak’a saldırısını Halife Ömer döneminde ki İran’ın işgali ile  bir tutmuş , işgal hareketine dahi,  Hilafet Ordularının  Sasanileri yendiği savaşların ismi olan  Nihavend ve Kadisiye koymuştu.

Ama Kadisiye Harekatına karşı İran Milleti “ Caferi-Şii inanç doktrini” etrafında örgütlenerek , Sünni Arap İşgalini sona erdirmişti. Bu savaşta deyim yerindeyse Saddam , Aryan Mitolojisinin kötü karakteri Dehhak/Zehhakı temsil ediyordu ve Zehhak yenilgiye uğratılmıştı. Bu bakımdan da İran Tarihi , 900’lü yıllardan bu yana Sünni Arap Yönetimlerine karşı bağımsızlığını koruduğunu ve koruyabileceğini bir kez daha ispat etmiş oldu.

Halkın Mücahitlerine ne mi oldu ? Saddam’ın devrilmesi ve Irak Merkezi Hükümetinin İran etkisine  girmesi sonucu , Halkın Mücahitleri Örgütüne Bağdat’ın desteği son buldu ve İran-Irak sınırında ki bu örgüte ait askeri kamplar kapatıldı , liderleri ve üyeleri Kuzey Avrupa ülkelerine iltica etti ve onların sonu da Şah Muhammed Rıza gibi  hüsran oldu.

Tebriz’den Hazar Denizi kıyısında ki Taliş’e doğru , 2016 yılının Mayıs ayında  giderken yol üzerinde gördüğüm çocuk yaşta ki askerlerden  erişkin askerlere  hayatını kaybeden insan posterlerinin hikayesi bu. Başka bir gerçek hikayede görüşmek üzere , mektubumu yarıda bırakıyor ve sağlıcakla kalın diyorum…