Miladi 661 yılı... Yer ; Kufe…

Kufe; İran-Irak toprakları arasında Aryan ve Sami halkların birlikte yaşadığı bir şehir. Bir sokağına girseniz Farsi bir ezgi diğer bir sokağına girseniz Arabi bir ezgi duyarsınız. Her sokağın dili farklı farklıdır. Sümer’in, Babil’in, Asur’un saman alevi gibi yandığı ve söndüğü, tarihin başladığı bu topraklarda ebediyete kadar unutulmayacak bir insan evinden çıkmış yürüyor ve az sonra başına geleceklere rağmen tarihte hiç sönmeyecek bir tevhid ateşi yakıyordu.

Doğu Roma’nın Grejuve ateşine, Sasani’nin Zerdüşt Ateşine değen ve söndüren tarihinin metafizik buz devri, O’nun ateşinin yanına yaklaşmaya çalışamadı bile. O’nun Ateşi, kendisine her yaklaşan buzu eritti, Aşk Deryasına akıttı. Gönülleri, asırlar boyu aşk dolu ezgilerle dağlattı. Ve Necef Deryasına nice dervişler yelken açtı, tarihin hiç bitmeyecek bir deniz seferi başlamıştı. Bu sefer de fethedilen bir “mülk-ü Cihan” değildi. Dervişin yelken açtığı bu seferde, bu Cihan’a ait hiçbir şey yoktu. Bu seferde ne ellerde kılıç ne gözlerde kan vardı. Bu seferde sadece ve sadece fethedilmek vardı , Ayn-ı Hilal’e benzeyen o kaşların sahibine teslim olmak vardı, O’na kavuşmak vardı.

Kerpiç evinin, o sonsuzluğa açılan kapısını açıp, Dervişlerin yelken açtığı o Deryayı “kün” diyerek “ var” etmek için adımını atıyordu. Gözünde diken, boğazında kemik, kalbinde matem-i Mustafa ve matem-i Fatima’nın o hiç sönmeyen alevi vardı.

Zalim, zülüm ve zorbalığın hüküm sürdüğü, İbrahim’in adının unutulmuş olduğu ve İbrahim’in evinde gözlerini dünyaya açtığı an, ozanın deyimiyle “Daha Cihan var olmadan, bırak ismi, cismi var olmadan  “ Hak ile Yektaş” olan Nur-u Hak ile Ehrimen’in karanlığını ortadan kaldırmaya gelen ve Hakk’ın gizli adını taşıyan Zahirden “Batiniye bir Derya Var Eden” “ O”ndan başkası değildi…

Musa ile Tur Dağında, Mustafa ile Nur Dağında Kelam-ı Hak dile gelirken ordaydı. “Oku” dendiğind , ilk okuyan O’ndan başkası değildi. Levh-i Kalem’di, Kalem-i Hak’tı ve Sırat-I Müstakim’in bizatihi kendisiydi.

Musa ve Harun, Yakup ve Yusuf, İsa ve Yahya ne idiyseler Mustafa ve Murteza’yda O’ydu.

...Kapıdan adımını atmıştı , Levh-i Kalem’e sual olmazdı ve artık tek amaç O’ndan geldiği gibi O’na dönmekti.

Ehrimen’in karanlık ruhlu insanları günler öncesinden, zehirlerini akıtmışlardı kılıçlarının başlarına ve bekliyorlardı “Hakk’ın sureti Vechullah”ı pusuda.

“ Biz Dört Kitabı Hak biliriz, Dört Kitapta okunan Ali değil mi? ” diyordu, Necef Deryasına yelken açan Derviş

Hz. Haydar, daha dün gibi hatırlıyordu Gadr-i Hum’da , Mustafa’nın O’nun elini kaldırdığını ve çoğunluğun “kalpleriyle değil dilleriyle “ ikrar verdiklerini…

Ahmed-i Muhtar , “ Ben kimin velisi isem Ali’de O’nun velisidir , Ben kimin mevlası ise Ali’de O’nun mevlasıdır “ diyor ve arkasından “ Lahmike Lahmi Cismike Cismi Ruhnike Ruhni Demmike Demmi “ ( Ali’nın kanı benim kanım , Ali’nin ruhu benim ruhum, Ali’nin bedeni benim bedenim , Ali’nin eti benim etimdir ) sözlerini tekrarlıyor ve kendini Arap’tan görmeyen Hz. Mustafa, Yakup’un çocuklarının Yusuf’a yaptığı gibi , kendi ümmetinin de Ali’ye zulmetmemesi için uyarıyordu ; “ Benden size iki emanet biri Ehl-i Beyt diğeri Kur’an” diyordu. Ve her ikisi de zulmün en büyüğüne uğruyordu.

Ve orada bulunan Süfyaniler, Zübeyriler, Hariciler , kalpleri ile değil dilleri ile Mustafa ve Murteza’ya sahte “ ikrarlar” veriyorlardı. Bu sözlerin ardından çok geçmedi ki Hz. Mustafa Hakka yürüdü. Ve dahi naaşı soğumadan , “ kalpleri ile değil dilleri ile inandık” diyenler Ali’ye karşı kılıç kuşanmaya başladılar.

Mustafa’nın vefatından ardından çok geçmeden Fatma Ana'da Hakka yürüdü. Ve Şir-i Ezdan artık , derdini gece vakti kuyulara anlatmaya başladı, Kuyudaki suyun üzerinde görünen Ay ışığına anlatmaya başladı.

Şah-ı Merdan Ali, Yusuf gibi kuyuya düşmüştü. Bu sefer O’nu kuyuya atan kardeşleri değil , Muhammed’in ümmeti olan ama Mustafa’nın ümmeti olamayanlardı. Dünya varı için ne taht kavgasına girişti ne de kan davasına. Mustafa ve Fatima’nın vefatları sonrası , kendisini sadece ilime verdi.

“ Ben İlim Şehriyim , İlim isteyenler İlim Şehrinin Kapısı Ali’ye gelsinler” demişti , Hz. Mustafa hayatında.

Ve İlim Şehrinin Kapısı , Kufe’de ki evinin kapısından dışarı çıkmıştı. Ortalık çok sessizdi. Tıpkı Muhammed Mustafa’nın cenaze erkanında ki sessizlik gibi. Nasıl sessizlik olmasın ki. “Muhammed’in ölmediğine inanmak istemeyenler” çoktan , cenaze evini terk etmişler ve taht kavgasına girişmişlerdi. Ve bu taht kavgasının ismine de “ Hilafet” demişlerdi.

Onlar “ Hilafet” kavgasına tutuşurken , Ali ve Ali’nin dostları Muhammed Mustafa’nın naaşını defnetmişlerdi. Ve Ehrimen’in bulutları tekrardan İbrahim’in Evinin üzerinde dolaşmaya başlamıştı.

Dünya Malının Kavgası o kadar ki , gözleri kör , dilleri lal , kulakları Hak ve Hakikate karşı sağır hale getirmişti ki ; Ali’nin üzerine yürüyüp , “Ahmed-i Muhtar-ı mezarından çıkarıp tekrar gömeceğiz” demişlerdi.

Ali’nin karşısında kendine Halife diyen biri ve O’na biat ettiklerini söyleyenler vardı. Ali , kınından Zülfikar’ı çıkardı ve “ Ahmed-i Muhtarı mezarından çıkaran beni karşısında bulur” dedi.

“ La Fetta la fetta illa Ali la seyfe illa Zülfikar “ sözü böylece bir kez daha yerini buldu. Ve Emevi Dinine karşı ilk kılıç işte böyle çekilmiş oldu.

“ İnsanları tanıdıkça yanlızlaştım” diyordu , Şah-ı Merdan Ali ve 23 yıl boyunca kendisini taht kavgalarından uzak tuttu. Ne Feth-i İran’a katıldı ne Sefer-i Rum’a. Tarımla uğraştı, kuyular açtı , kurak toprakları suladı ve emeğiyle geçindi.

Ve ne zaman ki artık Halk , Ali’yi istedi. Ali’de “ Kişiye göre Hakkı değil , Hakka göre kişiyi değer vereceğini “ söyleyerek , iş başına geldi.

Hz.Ali’nin işi zordu ve bununda farkındaydı. Osman, kendi zamanında neredeyse tüm valiliklere ordu komutanlıklarına, bürokrasinin her kademesine Ebu Süfyan soyundan olanları getirmişti. Ali , devletin başına geçmişti ama devlet artık Ali’nin değildi. Ki artık devlet , Ehl-i Tevhid de değildi.

Gırtlağına kadar yozlaşmış , zulme batmış , yoksulluk ve yolsuzluğun hüküm sürdüğü , Adaletin zerresinin kalmadığı bir Süfyani Nizam , kendisine “ Müslümanım” diyenlerin devletine ve toplumuna hakim olmuştu.

Kur’an dahil , dinin , toplumun ve devletin tarihi artık Şam’da Muaviye sarayında yazılıyordu. Artık , Ebu Süfyan-Muaviye-Mervan nizamı sadece Ali’nin için değil tüm insanlık için büyük bir sorun teşkil ediyordu.

Ali , dostu Malik Ejder’i Mısır Valiliğine atadığında kendisine şunu diyordu , “ Ey Malik , unutma ki insanlar, ya sana dinden kardeştir yada yaratılıştan , bunu bil ve insanlara zulmetme, onlara karşı ayrım gözetmeden adil ol “ diyordu ve Müslüman-Gayr-i Müslim ayrımını bir yana bırakıyor ve evrensel mesajını o tarihi mektupta böyle dile getiriyor ve dinsel imtiyazlara göre Hakkın değerlendirilmesini doğru bulmuyordu.

“ İnsanlar sana ya dinden kardeş ya da yaratılıştan kardeş “ diyen Ali , aynı zamanda İrani/Aryan halklarında umudu olmuştu. Ali’nin nazarında “ ne Arabın ne Acemin ne beyaz tenlinin ne siyah tenlinin “ bir farkı yoktu , hepsi insandı ve hepsi de eşit haklara sahipti. Ve Emevi Dininin “ Arap Irkçılığı ve Milliyetçiliği “ politikasına bayrak açıyordu. Ve başkentini “Arapların ve İranlıların birlikte yaşadığı bir şehir olan “ Kufe’ye taşıyarak , Hak Dininin Arap Irkçılığı içinde yok edilmesine karşı meydan okuyordu.

Ali’nin “ Halkların eşitliği ve şekle değil öze hitap eden inanç politikası “ karşısında , Şam’da ki Muaviye ve Muaviye’nin hükümranlığı altında ki yerlerde , peygamberin sağlığında yıktırdığı “ camiiler” yapılıyor ve içlerinde “ Ali’ye hakaret ediliyor ve Ali’ye her 5 vakit namazda lahnet ediliyordu “…

Emevi’nin Bizans mimarisinden esinlenerek yaptırdığı camiilerde Şah-ı Merdan Ali’ye lahnet okunurken , Şir-i Ezdan Ali bir hırsızlık suçlaması ile karşısına getirilen bir çocuğu yargılıyordu.

Pir Haydar-ı Kerrar , hırsızlık yapan çocuğa neden hırsızlık yaptığını sorduğunda , çocuk Hz.Ali’ye “ yoksulluktan, fakirlikten ve açlıktan “ der , o zamana kadar Kuran’ı Emevi Zahiri yorumuyla anlayan Kufe’de ki devlet erkanı , “çocuğun bir elinin kesileceğini “ düşünüyordu. Hz. Ali , çocuğu dinledikten sonra ilgili makam sahiplerine “ çocuğa bir iş bulunda çalışsın ve evine ekmek götürsün “ der. Hz. Ali’nin bu kararı karşısında ileride Hz.Ali’nin karşısına “Harici” adıyla dikilecek olan gruptan biri Hz. Ali’ye “ Kur’an’a göre karar verilmediğini “ söyler.

Hz. Ali ise , kendisine itiraz eden kişiye Kuran’dan ne anladığını sorar. İtiraz eden kişi , “Kur’an’a göre hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gerekir “ diye cevap verir.

Hz. Ali’de , Zahiri ve Emevi şeriatına ve yorumuna hapsolmuş bu zihniyete karşı şöyle der ; “Çocuğun hırsızlık yaptığı doğrudur , kendisi de bunu ikrar etmektedir , ancak bu hırsızlığın kaynağı fakirliktir, yoksulluktur ve adaletsizliktir. Bu nedenle bende hüküm olarak çocuğa bir iş bulunmasını emrettim ve böylece o çocuğun hırsızlıktan elini kesmiş oldum “ der. Ve Şah-ı Merdan Ali böylece , zahiri şeriat,din yorumlarına karşıda bir meydan okuması yapar.

Hz. Ali , sadece bu yargılama ve benzeri yargılamalarla kalmaz , Kufe’de bir emir yayınlayarak devlet hazinesinden herkese, makam-mevkii farkı gözetmeksizin 3 akçe dağıtılmasını emreder. Fakir ve sıradan halk ile aynı şekilde muameleye tutulduğunu gören bir kısım zenginler, ordu komutanları ve yöneticiler ise Hz. Ali’ye “ kendilerinin sıradan halk ile aynı tutulmasını kabul etmediklerini söylerler “ ve İlim Şehrinin Kapısı Ali’de o itiraz eden güruha Kapıyı gösterir. Ve devlet yönetiminde “ fakir halkı düşünmeyen , yolsuzluk ve adaletsizlikle zengin olan ve halkın yoksullaşmasına neden olanları “ çevresinde istemediğini ifade etmiş olur.

Hayatı boyu kendi emeği ile geçinen , başkasının emeği üzerinden geçinmeyen ve servet toplamayan Hz. Ali , Kufe’de elinde çapa toprakta çalışırken yanına kardeşi Akil gelir ve Ali’ye “ borçları olduğunu , kendisine devlet hazinesinden para vermesini “ ister. Hz. Ali ise kardeşinin bu talebi karşısında , “ hazinenin halkın hazinesi olduğunu , kendisinin tarım yaparak geçindiğini , kendisinin de iş bularak , çalışarak , emeği ile geçinmesini ister ve kardeşi Akil’in nahoş talebini “ reddeder. Bu sözler üzerine Akil , soluğu yolsuzluk ve yozlaşmanın sarayı Şam’da nefesi alır ve Muaviye’nin safında bed-baht bir hayata kendini sürükler.

Hz. Ali sadece , sulh vakti değil savaş zamanında adaletini ve mertliğini her zaman korur. Sıffin’de Muaviye’nin ordusundan önce, su kaynaklarına yakın bölgeleri kendi ordusu ele geçirir buna rağmen Hz. Ali , Muaviye’nin ordusunda ki askerlere “ susuzluğu” bir “silah” olarak görmez ve Muaviye’nin ordusunda ki askerlerinde sudan yararlanmasını sağlar. Kerbela’yı anlatmaya ise hiç gerek yok sanırım , mesaj gayet net ve anlaşılır.

Bu arada , Hz.Ali’nin “ İnsanlar sana ya dinden ya yaradılıştan kardeştir “ dediği Malik bin Ejder , Mısır’a varamadan yolda Muaviye-Mervan-Amr bin As tarafından zehirlenerek , öldürülür. Ve işte Ali’nin mesajı ve politikası Mısır’da uygulanamadan , son bulur.

….

...Ali, evinin kapısından çıkmıştır , arkasında Sıffın’de Muaviye ile iş birliği yapmış bir Harici kılıcını , kınından çıkarmış Zülfikar’ın sahibine , İnsanların Mertine , Allah’ın Yüzü ve Arslanına karşı , önüne çıkacak ve yüzüne bakacak cesareti bulamamış olarak ölümcül darbeye hazırlanmaktadır.

Bu harici taifesi ilk kılıcı , Hz. Ali’ye karşı Sıffin’de çekti. Muaviye ve Amr bin As’ın “Kuran aramızda hakem olsun” diyerek uygulamaya başladığı hile , Ali’nin ordusunda Faik Bulut’un, Kemal Burkay’ın deyimiyle “ demokrasi aşkı ile yanan tutuşan “ Haricileri etkiledi. Bu Harici taifesi , “ Kuran’a karşı gelirsen , seni öldürürüz Ey Ali “ dediler ve zafere yakın Ali’nin ordusu , bu “dindar dinsizlerin” iş birliği ile yenilir vaziyete geldi. Şah-ı Merdan Ali’nin ordusu bölündü ve Harici ismini alan bu grup Hz. Ali’ye karşı Muaviye safına geçti. Ve sözde de tarafsız olduğunu söyledi.

Böylece Süfyaniler ve Hariciler , zahiri yorumlarıyla batini yoruma karşı bayrak açmış oldular ve günümüz İslam dünyasının içine düşeceği “ Bataklığı” o zamandan el birliği ile yarattılar…

Harici İbn-i Mülcem , Kuran-ı Natık’a karşı “ Kuran “ adına , Hz. Ali’ye kılıcı ile arkadan vurdu ve ağır bir yara almasına sebebiyet verdi. Ve Nur-u Hak , Makam-ı Hakka böylece 3 günlük bir sürenin sonunda kavuşmuş oldu. Ve biz , Şah-ı Velayet’in Ölüm Yıl dönümünde O’nu bir kez daha anar olduk…Ve Deryay-ı Ali’ye tercüman olmak ister olduk…

Çünkü o günden bu güne “Necef Deryasına , Dervişler Yelken Açar oldu”…