Hüseyin Dede’nin vefat haberini aldığımda, onu tanıyan her insan gibi ben de üzüldüm. Dersim’i bir çınar ağacına benzetmek gerekirse, o kökü derin ve kutsal ağacın, güneşin nuru ile sararmış zerefşan bir yaprağı daha, arzın çekim kuvvetine karşı koyamadı ve kutsal evliya toprağına bıraktı kendini. 
Hüseyin Dede’yi tanıyan herkesin kendisince bir hikayesi vardır. Benim, onunla olan hikayeme gelince, Hüseyin Dede’yi tanıdığım ilk dakikalar içerisinde onun edebi maharetine ve hafızasına hayran kalmıştım. Hüseyin Dede ile kızının bir davası vesilesi ile başlayan tanışıklığımızın bir sonra ki adımı, onun, bana kütüphanesinden okumam için getirdiği kitaplarla devam etmişti. Kanımca O, sadece soyunun masum-u paklığıyla değil, edebi olarak ta anılması gereken bir aktarcıydı. Kendisiyle etmiş olduğumuz sohbetlerde, dudaklarından dökülen mısralar, onun yaşayan bir Alevi Kültür Hazinesi olduğuna her yönüyle işaret ediyordu. Kendisi sadece dilinden kem etmediği Hak-Muhammed-Ali yolunun şairi değil aynı zamanda bir tarih meraklısıydı. Yanılmıyorsam 8 veya 9 sene evveldi. Yeniköy’deki evine ben ve Hüseyin Aygün misafir olmuş, yöresel zerfet yemeğinin üzerine konduğu bir honça etrafında da güzel ve bilgi dolu bir vakit geçirmiştik. Ben bu ziyaretimiz sırasında,  kendisinin sözlü tarih konusunda ki yazıya dökülmüş çalışmalarına, evinin duvarlarında asılı cam çerçeveli yazılarda görmüş ve şahit olmuştum. 
Hüseyin Dede, sadece sözlü olarak değil yazılı olarak ta zaman zaman Dersim’in yerel gazetelerinde makaleler yazmış ve “Tunceli Gerçeği” adlı bir kitapla çeşitli konularda ki duygu ve düşüncelerini toplumla paylaşmaya çalışmıştı. 
Hüseyin Dede’nin bir düğün merasiminde gülbeng okurken, yorgun kalbinin onu yoklamasını görsel basından izlediğimde, Hüseyin Dede ile muhabbetlerimizden bir kesit, gözümün önüne geldi. Hüseyin Dede, bir gün elinde “Kumru” adlı, muhtemelen Latin harfleriyle ilk basılı olanlarından olan kitapla bana geldi. Bana, kitabı okumamı ve daha sonra üzerine konuşmak istediğini ifade etti. Çocukluğumdan beri en iyi dostu kitaplar olan ben için onun bu hediyesi, beni ziyadesiyle mutlu etmiş ve Kumru’yu bir solukta okuyup-bitirmeye niyetlenmiştim. Ancak Kumru’nun bir solukta asla bitirilemeyecek bir kitap olduğunu, her çevirdiğim sayfa da daha fazla anlamış ve kendimi Cumhuriyet öncesi edebiyatın ağır ancak zengin dili ile yüz yüze bulmuştum. Velhasıl kelam, Kumru’yu hatmedip bir zaman sonra bitirdim. Bir sonra ki görüşmemizde Hüseyin Dede ile Kumru’da yazılanlar üzerine, edebi dilinin ağırlığı üzerine, nerede yazıldığına ilişkin muhabbete başlamış ve Hüseyin Dede, Kerbela’da katledilmeden önce evlenen, birbirine sevdalı bir çiftin hikayesini anlatmaya başlamıştı. Kerbela’da şehid olan İmam Hasan evladı Kasım’ın nikah akdini ve sonrasında başına gelenleri anlatırken Hüseyin Dede’nin gözünden yaşlar dökülüyordu. Sonra Zeynep Ana’yı ve beraberindekilerin bin bir eziyet eşliğindeki yolculuk hikayesini anlatmaya başlamış ve “Kerbela sadece Kerbela’da şehid edilenlerle kalmamıştır, Kerbela’da esir edilip, her türlü eza ve cefaya maruz kalmış kadınların ve çocukların da hikayesidir, Kerbela” demişti, bana. Bu muhabbetten yaklaşık dokuz sene sonra, bir düğün merasiminde Hüseyin Dede kalbine yenik düştüğünde acaba İmam Hasan’ın Kerbela’da katledilen oğlu Kasım’ın hikayesini mi salondakilere anlattı yada gülbeng verirken aklından o hikayeyi mi geçirdi, diye kendi kendime düşündüm.
Hüseyin Dede, ömrünü; barışa, sevgiye, hoşgörüye hizmet ve masum-u pakların hikayesinin unutulmaması için çalışmakla geçirdi. Geri de kendisinden razı bir insanlık bırakarak, Hakk’ın dergahına vardı, Masumu Pakların nurlarına komşu oldu. Bana, tanıştığımızda verdiği kitabın; Kumru’nun hikayesinin bir parçası oldu…
Sevgi ve Rahmetle Anıyorum…