İstatistik dediğimiz şey, duygusuz, cansız-kansız rakamlardan oluşan, isteyenin istediği gibi yorumlayabileceği, düşürebileceği/artırabileceği, eğip bükerek gerçeği dönüştürebileceği bir alan değildir.    Sayıların dili vardır ve her biri bir değer taşır… söz konusu insansa, çocuksa, yaşlıysa her rakam bir can taşır…   İstatistikler bize, ısrarla, kadın cinayetlerinin uzun zamandan beri tekil durum/lar olmaktan çıkıp sistematik bir hal aldığını,  katliam  olarak nitelendirilebilecek düzeyde  aylık seyir izlediğine işaret etmektedir.  Hatta,  kadın cinayetlerine öyle alıştık ki, artık en canavarca hisle  işlenmiş ve  yöntemi adeta kan donduracak cinsten olanlar toplumda  konuşulmaya değer görülmeye başlandı. Özgecan’ımızı hiç unutmadık, unutmayalım da zaten… Pınar dengemizi yeniden sarstı, sarssın da zaten… ama Karlıova’lı Zeynep yeterince ilgi görmedi mesela… Zihnimizin, toplumun, basının seçici davranmasının arka planını uzun uzadıya konuşabiliriz elbette, ancak en başat faktörlerden birinin kadın cinayetlerin sistematik yapısı ve normatif bir hal almaya başlaması olduğunu da görmek lazım.  “Şaşırdık mı?  Şaşırmadık” söylemi boşuna değil, kanıksamanın dışa vurumu adeta.  Oysa şaşırmak, şok olmak, tepki vermek zorundayız… kanıksamak en büyük tuzak.

Kuşkusuz kadın vicdanı ve inisiyatifi ile çok şey yapılıyor; görmek, duymak, anlamak ve harekete geçmek/geçirmek adına.  Ama kadından kadına vicdani köprüler yetmiyor. Erkek şiddeti gibi ataerkiden beslenen toplumsal ve yapısal bir sorunu sadece vicdan ve sorumluluk çağrılarıyla aşamıyoruz, özellikle de temsil yeteneğimiz ve politik güçsüzlüğümüz ortadayken. Nüfusun yarısıyız ama temsilde sembolik düzeyde kalıyor sayılarımız.  Kadınlar tanrıların, kralların, erkeklerin eril hiyerarşisinden aşağıya damlarken birer birer, politik kararların alındığı masalarda ne yazık ki taleplerimiz kabul görmüyor.  Her türlüsünden kadın gücünden nemalananlar, temsil söz konusu olduğunda,   sırtını ataerkiye dayamaktan bias (bayes)  görmüyor, ne kadar dönüştüğünü iddia ederse etsin. Sonuç; erkek adalet ve stratejik sessizlik…

Tam da bu nedenle sorunun ağırlığına eleştirinin ağırlığı da eşlik etmeyince, “muhteşem” medyanın öne çıkardığı seçilmiş argümanlarla, kadınlar adeta şiddet ortamının meşru “kurbanları” olarak aramızdan bir bir çekilip alınıyor ve bu etiketle (kurban) yaşamak zorunda bırakılıyoruz.

Bağlantılı olarak, testinin içinde ne varsa dışarıya da onu sızdırır misali,  topluma sirayet eden eylem ve söylem dili de oldukça sorunlu hale geliyor.  Ne kadar onur kırıcı mesela “kadınlar da insan” söylemi ile  yirmibirinci yüzyılda bir cinsiyeti  yeniden  tarife kalkışmak.  Kıskançlığı, özgüvensizliği, yaşam tutunma beceriksizliği, saplantı halinde sürdürdüğü kültürel normları, ilkel dürtüleri  nedeniyle  yeterince dönüşememiş ataerkiyi  mahkum etmek yerine; kadının da insan olduğuna vurgu yapmak…  Oysa öldürülenler, kardeşiniz, komşunuz, sıra arkadaşınız, aynı işyerinde ortak havayı soluduğunuz kısacası yaşamın diğer yarısı olduğu halde, bu vahşet karşısında yükü kadınların omuzuna yükleyip, hemcinslere “kadınları sevmeyi öğrenmediniz gitti” gibi arkadaşça tavsiyelerde bulunmak…  ya da “kadınlarımız” “analarımız” gibi söylemlerle sahipliği de elden bırakmadan toplumsal sorumluluğu yerine getirmenin hafifliğiyle adeta uçuşmak… Diğer yandan kadın gözüyle, yine sorunu “çocuk terbiyecisi” kadına havale edip, çözümü sonraki nesillerden başlamak üzere uzak zaman ötelemek,   kanunları, politikaları, aktüel siyasetin sorumluluklarını görmezden gelmek… kadın gözüyle… temsilin de bir anlamı olmalı değil mi?

Sonuç olarak;

İvedilikle her kesimde gözlemlenebilen stratejik sessizliğe son verilmeli

Kadın duyarlılığı hak temelli yaklaşıma yükseltilmeli

Baştan tırnağa eylem ve söylem dili düzeltmeli  

En kestirme çözüm oluşturabilecek İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri acilen ve tavizsiz uygulanmalıdır.

 

Güvende, sevgiyle kalın….