En baştan başlarsak, Türkiye’de kadın olmayı nasıl tanımlarsınız?

Genel olarak baktığımızda Türkiye’de kadın olmak iyidir, değildir demek doğru olmaz. Türkiye’deki kadınların durumunu kimlerle kıyasladığınıza göre değişir. Suriyeli kadınlar Türkiye’deki kadınların çok özgür ve mutlu olduğunu düşünüyorlar. Suriye’deki kadınların hikayelerini dinlediğimizde bizlere göre çok daha zor koşullar olduğunu biz de görüyoruz. Öte yandan batılı ülkelerin kadınları da Türkiyeli kadınlara göre çok daha iyi koşullara sahipler.

Meseleye insan hakları, kadının insan hakları, CEDAW, İstanbul Sözleşmesi açısından baktığımızda pek iyi görünmüyoruz.

Yılda 350-400 kadın babası, kardeşi ya da kocası tarafından öldürülüyor.

Hala pek çoğumuz eğitim hakkından yararlanamıyoruz, küçük yaşta evlendiriliyoruz, şiddet yaşıyoruz.

Ama Türkiye’de kadınların, kadın hareketinin hiç durmadan mücadele ettiğini, özellikle son yıllarda kazanımlarını korumaya çalışırken yorulduğunu, öfkelendiğini söyleyebilirim.

Sizinle bu röportajımızı, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle yapıyoruz. Bu gibi ‘özel’ günler, kadın mücadelesinde nerede duruyor; sizce neyi temsil ediyor?

Bu gibi günler, toplumsal cinsiyet rolleri ile örülen eşitsizliğin gözler önüne serildiği, eşitliğin konuşulduğu, kadın mücadelesinin zorluk ve başarılarının konuşulduğu, taleplerin dile getirildiği günler olabildiği zaman elbette kamuoyunda yaratacağı farkındalık ve duyarlılık açısından önemlidir.

Dünya kadınlarının aynı günde ses çıkarıyor olması önemlidir.

Örneğin Dünya’daki, Türkiye’deki bütün kadınlar, kadın kuruluşları aynı anda sokaklara çıkıp “kadın cinayetlerini durdurun” diye haykırsak, belki de defalarca koruma talep ettiği halde ya da tedbir kararı aldırdığı halde korunamayan kadınların sesi oluruz, hesap sorarız.

Elimizden geleni yapıyoruz ama daha fazlasına ihtiyacımız var. Daha gür bir sese.

90’lı yıllar, kadın derneklerin birbiri ardına kurulduğu yıllar. Bu sorunun çok geniş bir soru olduğunu biliyorum ama bize o günleri nasıl özetlersiniz?

90’lı yıllar ile ilgili geniş bir soru sordunuz ama birkaç örnekle anlatabileceğimi düşünüyorum. Bildiğiniz gibi KAMER Vakfı’nın Genel Merkezi Diyarbakır’da ve KAMER sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde çalışıyor. Bu nedenle belirlemelerim bu alandaki tespitlerimi içermektedir.

Öncelikle Bölge’mizde yoğun çatışmalar vardı. Hem KAMER’i kurarken hem takip eden yıllarda hep kararlı olduk ama hep korkarak çalıştık. Zaten sürekli kuşkulu yaklaşımlar, gözdağı vermeler, tehditler vardı. Bağımsız bir kadın kuruluşu olmamızı çok cüretkar buluyor, inanmıyorlardı. Zor bir dönemdi.

“Namus” adına işlenen cinayetler konusunda çalışırken cesedi bulunan pek çok kadının kimliği tespit edilemiyordu. Sonradan fark ettik ki kız çocuklarının doğum bildirimi, nüfus kaydı yapılmıyor. Doğduğu kimse tarafından bilinmeyen birinin ölüsü de sahipsiz kalıyordu. Kız çocuklarının nüfusa kaydedilmesi konusunda çok çaba harcadık. Son on yıldır kimliksiz bir kadın ya da kız çocuğu tespit edemedik.

O zamanlar Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu vardı. Kısaca SHÇEK. Sığınma evleri de SHÇEK’e bağlıydı. Diyelim ki mesai bitimine yakın bir saatte bir kadını sığınma evine göndermek gerekti. Şimdi mesai bitti yarın gelin deyip geri gönderiyorlardı. Bu nedenle SHÇEK kadınları kabul edene kadar koruma işini kadın kuruluşları üstleniyordu. Zaten çok az sayıda sığınma evi vardı. O zaman da şimdi de resmi olarak sığınma evi denmiyor. “Kadın Konuk Evi” imiş. Kadınlar misafirliğe gitmişler gibi. Sorunu kabul etmemenin bir yöntemi işte.

Elbette hala pek çok sorun var ama şimdi kadınlar sokakta kalmıyorlar. Günün her saatinde kadınlar, kadın kuruluşları ya da kolluk aracılığıyla sığınacak yer bulabiliyorlar.

Töre cinayetleri denen şey aslında TCK cinayetleri idi. Çünkü TCK namus saiki ile işlenmiş cinayetler için indirimler içeriyordu. Pek çok kadının 18 yaşından küçük olan katilinin 34-37 yatıp çıktığını bilirim. Şimdi cinayetleri işleyenlerle birlikte azmettiriciler de ceza alıyor. Ya da almaları gerekiyor diyelim. “Aile Meclisi” denilen o yapıların rol oynadığı, sözüm ona kadını yargıladığı, nasıl, ne zaman, kim tarafından infaz edileceğini belirlendiği cinayet türlerine biz “namus adına işlenen cinayetler “diyorduk. Bu tür cinayetler oldukça azaldı, çünkü azmettiriciler cezalandırılmaya başlandı. Ama diğer kadın cinayetleri devam ediyor.

90’lı yıllarda tecavüz edilen kadınların (aslında çocukların, genellikle 18 yaşından küçük olurlardı) duruşmalarını izledik. Kadınlar tecavüzcüleri ile evlendirilmeye mahkum edildiler. Tecavüzcüler ise ömür boyu tecavüz için resmi izin alarak çıktılar mahkeme salonlarından. Çünkü tecavüz ettiği kadınla evlendirilen tecavüzcü ceza almıyordu genellikle.

Sonra bu durum da değişmeye başladı. Ama en çok kaygı duyduğumuz konulardan biridir bu.

TCK 103 ile ilgili güçlü kampanyalar o günleri yaşayan, izleyen kadınlar tarafından yürütüldü.

Erken ve zorla evliliğin önünü açacak her değişiklik o günlere geri dönülmesine neden olacaktır.

Bütün bu kazanımlar sağlanan ilerleme Türkiye Kadın Hareketinin çabası sonucunda sağlandı. Yasal değişikliklerin yapıldığı dönem Türkiye’nin AB aday adaylığı için mücadele ettiği döneme denk gelir. O sürecin de çok olumlu etkisi oldu. Ya da biz kadınlar o atmosferi kadınlar lehine kullanmayı başardık diyelim.

Biz kadınlar yıllar içinde hangi konularda kazanımlar elde ettik, hangi konularda bakış açımız gelişti, hangi konularda zerre ilerleme yok; bize bir karne çıkarabilir misiniz?

Kadınların nasıl değiştiğini anlamak için tek bir örnek yeter aslında. 1996 yılında yapılan bir çalışma kadınların %90-95’inin şiddeti normalleştirdiğini gösteriyordu.

Kadınlar şiddetin sadece fiziksel olanını tanıyordu. Diğer şiddet türleri hakkında bir fikirleri yoktu.

Kadınlığın fıtratında şiddet yaşamak olduğunu savunanlar, “hem dövüyorlar hem seviyorlar” deyip şiddeti normalleştirenler, “bir tokattan, bir tekmeden ne olur ki” diyenler vardı. 

Kusurlu kadınların şiddet yaşadığını savunup, geleneksel makbul kadın olmak için kendini yok sayan kadınlar vardı.

Kadın hareketinin sağladığı en muazzam değişiklik, kadınların toplumsal cinsiyet rollerini ve bu roller sonucunda yaşanan şiddet ve ayrımcılığı fark etmesi oldu.

Düşünün ki kadına yönelik şiddetten bahsediyorsunuz ama şiddete maruz kalan kadınlar sorunu sahiplenmiyorlar. En büyük sorun buydu. Bu sorunu çözdük.

2019 yılında 30.000’e yakın kadın ile görüştük. Şiddeti tanıyorlar, türlerini, biliyorlar, şiddetin kendilerine ve topluma verdiği zararın farkındalar.

Sorunu tanımlayıp kabul eden ve verilen mücadeleye dahil olan kadınlar var artık.

Görüştüğümüz kadınların %97’si kadınların şiddet yaşadığını kabul etti ve “haklı şiddet olamayacağını” savundu.

Ama yaşadığı şiddetten kurtulmak için destek arayan, çaba harcayan kadınların oranı çok düşük.

Bunu sorduğumuzda kadınların %67’si şiddetten kurtulmak için yeterince çaba harcamaktan korktuklarını bildirdiler.

Şimdi bu tespitlere baktığımız zaman açıkça görüyoruz ki;

Kadınlar fark ettiler, çaba harcıyorlar. Ama kendileri gibi şiddetten kurtulmak için çaba harcayan kadınların sokak ortalarında öldürüldüğünü görüyor ve korkuyorlar.

Yani sorun uygulamada. Eskiden yasaların cinsiyetçi unsurlarından, eksikliğinden bahsederdik. Şimdi yasalarımız her türlü destek için uygun ama uygulamada sürekli sorun yaşıyoruz.

En az değişen ya da hiç değişmeyen şey bu işte. Uygulamada yaşanan sorunlar!

Örneğin; Neredeyse katledilmesini canlı yayında izlediğimiz Emine Duman’ın korunma taleplerine rağmen öldürülmesine neden olan uygulayıcı kim? Nasıl bir soruşturma yaşadı? Nasıl bir ceza aldı?

Bunlar olmadıkça uygulamada sorunlar devam edecektir. Çünkü uygulayıcılar için hiçbir yaptırım yok.

Geçen haftalarda YUKADER’den Hatice Temir’le bir söyleşi yapmıştık ve sizin ona ne kadar cesaret verdiğinizi anlatmıştı. Yüzbinlerde kadının ellerinden tuttunuz, kahramanları oldunuz, ben sizi uzaktan tanıtan ve size hayran olan binlerce kadınlardan biriyim. Peki, siz ne hissediyorsunuz? Kendinizle gurur duyuyor musunuz? 1996’da evinin bir odasını ofise çeviren o kadına bugün bakınca, ne görüyorsunuz? Bu 24 sene sizin için nasıl geçti?

Ben kadınlar için kadınlarla birlikte çalışmaya karar verdiğim zaman nereden başlayacağımı, nasıl çalışılması gerektiğini bilmiyordum. Bilgiye ulaşmak zordu. Çok uğraştım, hatta çok acı çektim öğrenirken. O zamanın insan hakları savunucusu, sendikacısı olarak, ne kadar eksik ve yanlış öğrendiğimi fark ettim.

Sonunda bir başlangıç yapabildik ve uzun bir yol kat ettik. Bu zorlu yolculuk sırasında bize uygun yöntemler geliştirerek çalışmayı öğrendik.

Son yıllarda en çok istediğim ve severek yaptığım şey biriktirdiklerimizi bütün kadınlarla, kadın kuruluşlarıyla paylaşmak oldu.

Bilgi ve deneyim paylaşılmayınca hiyerarşiye yol açar. Her yeni sorun tanımında, sorunun çözümü ile ilgili yöntem geliştirdiğimizde bir yöntem yayını çıkardık ve paylaştık. Ama yan yana, yüz yüze deneyim paylaşımı yaparak çalışmak çok yararlı oluyor.

Son birkaç yıldır 50 civarında STK ile deneyim paylaşımı yapmaya çalıştık ve buna devam ediyoruz. Bazı kadınların zaten var olan enerjisi bu dayanışmadan sonra çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Çok iyi işler yapmaya başlıyorlar. Sonra da yol arkadaşlığı yapıyoruz.

YUKADER ve Hatice’nin zaten yüksek bir enerjisi vardı. Biz sadece deneyim paylaştık. Yüksekova’da YUKADER ve Hatice, Sosyal Etki Derneği ve Esengül, Bitlis Kadın Girişimciler Derneği, Gül ve Nurcan ve pek çok başka kuruluş güzel çalışmalar yapmaya başladılar. KAMER için artık birer yol arkadaşı oldular.

Feminizm paylaşmayı ve dayanışmayı gerektirir.

Benim KAMER sürecim, yani kadının insan hakları için mücadelem 1996’da başlar. Hatta benim için 1994’te.

Ama ben 1980 yılından bu yana hep çalıştım durdum. Darbeler, sıkıyönetimler OHAL’ler geçirdik.

Şimdi de Türkiye zor zamanlardan geçiyor. Ama ben biliyorum ki kadınlar değişti, değişiyor. Dipten gelen bir değişim talebi var. Bu talep bütün zorlukları aşacak güçte.

Vicdanım çok rahat. Elimden gelen her şeyi gücüm yettiğince yaptım. Paylaştım, dayanıştım.

Dünya’nın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durum üzse de, huzurluyum.

Gücüm oldukça kadınlar için çalışmaya devam edeceğim.

Türkiye’deki kadın hareketi bir film olsa, bu filmin adını ne koyardınız?

Ben filmin adını koymuştum zaten.

“Dünyayı Kadınlar Değiştirecek”

Kaynak: İpek İZCİ/ Hürriyet PAZAR