Delirmiş gibi akan Munzur Nehri’nin beslediği baraj gölün (Uzunçayır) şehrin girişinde yarattığı havayı beğenince, itirazlar yükseldi: “Geçmişi bilmeyen böyle söylüyor. Siz bir de bu suyun şehrin içinden geçerken çıkardığı sesi duymalıydınız ve yaydığı serinliği hissetmeliydiniz. Bu durgunluk havamızı bozdu...”
Dersim ile kan bağım var. Atalarım oralı. Ama Tunceli tarafına ilk kez gittim. Karşılaştığım doğanın olağanüstülüğü karşısında nutkum tutuldu.
Örneğin Munzur... 65 kilometrelik Munzur Vadisi’ni, (güneşi çoğu yerinde içine sokmayacak kadar derin) nehir eşliğinde aşıp ulu (Munzur) dağlara yaklaştığınızda gözelere, yani suyun kaynadığı bölgeye ulaşıyorsunuz.
Eriyen kar suyu, yağan yağmur, dağların bilinmez dehlizlerinde, derinliklerinde dolaştıktan sonra dağın birinin eteğinde yeryüzüne çıkıyor ve köpürerek, beyazlar içinde birkaç yüz metre aşağıdaki nehir yatağına koşuyor. Dağ ana, sanki çocuklarını sütle besliyor...
Bu doğa harikası yer, Dersim Aleviliği açısından kutsal bir mekânı ve çevre halkı açısından kültürel bir merkez olma özelliğini de ifade ediyor.
Dört tarafı geçit vermez dağlarla kaplı bu ova ve Munzur Vadisi, doğal bitki örtüsü, vahşi yaşamın varlığını işaret eden canlı türleriyle müthiş bir zenginlik.
Ama kaçımız bu güzelliği görecek? O buz gibi suya dokunabilecek, kana kana içebilecek? O suyun serinliğinde çayını yudumlayacak. Sevgilisine sarılacak, kitabını okuyacak, ibadetini yapabilecek? Kaçımız bu zenginliği hissedebileceğiz? Kim ailesini, çocuklarını alıp bu bölgede tatilini geçirecek? Terörle anılan bu ve benzer bölgelere kim yanaşmak isteyecek?
Yaşamın anlamını kavrayacağınız, doğaya sığınabileceğiniz bir bölgenin, ölümün sıradanlaştığı bir coğrafyaya dönüşmesinin suçlusu kim?
Bu bölgede yaşayanları, etnik ve dinsel açıdan mutlak bir şekilde “bizleştirmek” isteyen ve gerektiğinde şiddeti yöntem olarak kullanan resmi yaklaşım mı?
Yoksa yaşanan acıları sürekli hatırlatarak yeni kuşaklara nefret tohumları eken bölge büyükleri mi? “
Sizden olmayacağız, biz buyuz. Zaza’yız, Kürt’üz, Alevi’yiz” anlayışının, Anadolu’da ortak değerlerin koruyuculuğu altında da korunabileceğine inançsızlık mı?
Belki hiçbiri, belki de hepsi...
Derin mevzulara dalmayayım.
İzlenimlere devam edeyim:

Ovacık’tan bir grup gazeteciyle dağ yolunu kullanarak, güneye Hozat’a geçiyoruz. Sadece bir aracın geçebileceği toprak, patika bir yoldan kıvrıla kıvrıla dağlara tırmanıyoruz. Ormanın içinde ilerliyoruz. Manzarayı tarif etmekte zorlanıyorum. PKK’lıların aracı durdurup durdurmayacaklarına yönelik sohbetler bile tabiatın kucağında olmanın mutluluğunu gölgeleyemiyor. İlk karakolu görüyoruz. Sonra ikincisini, sonra yolumuzun üzerindeki üçüncüsünü. En yakın yerleşim noktasına kilometrelerce uzakta... Asker “dur” diyor... Kimlikler alınıyor... GBT’den sorgulama yapılıyor. Birkaçımız karakola giriyor, çay molası ve yola devam...
Karakolda “doğa” diyecek oluyorum, karakol komutanı bir eliyle de çevremizi saran kum torbalarını, sığınakları gösteriyor ve “Bu güzelliği görecek halimiz yok ki...” diyor.
Kalleşçe katledilen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink de bizimle birlikteydi. Beni en çok şaşırtan şey, erkeklerin yanında, köydeki kadınların bile onu tanıyarak yanına koşması, sarılması ve acısını içtenlikle paylaşmasıydı. Bu bile bölgenin özel durumunu anlamak için yeterli bir nedendi benim için... Notlarımı ve düşüncelerimi aktarmaya devam edeceğim.

Yavuz Semerci