Bazı dokunuşların izi kalır; çocuğa, kadına, yaşlıya, doğaya…
Her şeyi o kadar çok tükettik, doğayı o kadar çok yorduk ve ticarileştirdik ki, dokusu bozulmamış, kirlenmemiş alanlar insanlara iyi geliyor artık. Örneğin Şirince artık eski tadı vermiyor, Uzungöl’de bir saatten uzun kalmak sizi bunaltmaya yetebiliyor, Mardin’in mistik havasını aşırı ticari kaygılar öldürmüş…en azından benim deneyimlerim böyle….Dolayısıyla kapitalizmin zehirlediği hayatlarımıza nefes aldırabilmek için doğaya yolculuk ediyoruz. Ancak gariplik şurada ki her iki alan da bir nevi taleplerimizle şekilleniyor…
Munzur Doğa ve Kültür festivali adı her ne kadar kültür ve doğa festivali olarak anılsa da temel faaliyet alanları doğaya yolculuk odaklı ve bu eğilime yine genel bir ilgi odağı olarak akşam konserleri eşlik etmektedir. Günün sıcak saatlerine yerleştirilen panel/sempozyum tarzı kültürel etkinlikler ise belirli yaşın üzerinde ve çoğunlukla siyasi temsiliyeti olan bireylerin, özellikle de erkeklerin ilgi duyduğu, katılımı sınırlı etkinliklere dönüşmektedir.
Hal böyle olunca, kent nüfusunu katlayan kalabalıklarla gerçekleştirilen Munzur Doğa ve Kültür Festivali, savunmasız/korunmasız durumda olan doğal ve kültürel mirasımıza zarar verme potansiyelini taşımaktadır. Doğa dediğimiz şey uzaktan seyirlik bir alan değildir elbette. Ancak milli parkın ve içinde yaşayan türlerin, doğal kaynakların, tarihi alanların hiçbir koruma zırhı bulunmadığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Ovacık ilçesi hatta gözelere kadar vadi içine yerleştirilen işletmelerde arıtma sistemi olmadığı, yaban keçilerimizin insan dışkısında bulunan kaliform bakterilerinden ölebildiği, alabalık popülasyonunu giderek azalma olduğu birçok kesimin bilgisi dahilindedir. Arz talep üzerinde şekillenen ticari faaliyetler nehrin yataklarını da değiştirecek yönde hızla ilerlemektedir. Diğer yandan hiçbir güçlendirme yapılmadan, insanlar 3000 yıllık tarihi köprülerin üzerinden kafile kafile geçirilmektedir. Düşen her çakıl taşının tarihi önemde olduğu görmezden gelinen bir konudur.
Toplumu ilgilendiren konularda mutlaka topluma kulak vermek gerekir. Mesela festivali planlayanların bakış açıları ile yerel halkın bakış açıları arasında bir uyum var mıdır? Bence bu boyut yeterince önemsenmemektedir. Tam da bu nokta temsil zannettiğimiz şeylerin gerçekten temsil potansiyeli taşıyıp taşımadığı da tartışma götürür. Örneğin ey halkımız; geçen yaz kentte oluşan yoğun kalabalık nedeniyle Covid-19 nasıl patladıysa bu sene de festival nedeniyle yeni varyantlara açık hale gelebiliriz, bu riski almaya razı mısınız diye sorulmuş mudur? Üstelik %13’ü aşan oranla Türkiye’nin en yüksek yaşlı nüfusuna sahipken… Üstelik yaşlılarımız Çin aşısı olarak bilinen Sinovac gibi daha fazla korunma için 3. dozun gerekli olabileceği bir aşı ile bağışıklanmışken… Üstelik her festival döneminde olduğu gibi bu festivalde de konaklama tesislerinin kapasitelerinin yetersiz olması nedeniyle insanların evlerde misafir edilmesi gerekliliği bir realite olarak karşımızda dururken… Üstelik Delta Varyantı gibi aşının etkisinin azaldığı yeni varyantlara karşı Avrupa yeniden kapanma eğilimine girerken ve Türkiye’de vakalar artmaya devam ederken…
Ben çılgınlık olacağı kanısındayım, ya siz?
Faaliyet planlayanlar muhtemelen daha çok ziyaretçilerin bakış açılarına girmeyi ve “ne yani sınırlarımızı mı kapatalım, gelmesinler mi? “gibi yaklaşımlarda bulunmayı tercih etmektedirler. Eğer hak savunuculuğu yapıyorsak bu doğal olarak ziyaretçilerin/misafirlerimiz adına da olmalıdır. Olası bir festivalle birlikte burada yaşayanlar kadar misafirlerimiz de risk altına gireceklerdir. Elbette gelsinler, ama festival gibi yoğun bir kalabalıkla değil, kontrollü ve “Görünmeyen Kent Kurallarına” mutlaka riayet ederek…
Tam da bu konuyu fırsat bilerek, ilimize yıl boyunca dışardan gelen misafirlerimiz için “Görünmeyen Kent Kurallarını” biraz görünür kılmakta fayda olduğu düşüncesindeyim. Gerçekten içimiz kan ağlıyor.
Kıymetli misafirlerimiz;
Dersim’de
- Vadilerde çöp (özellikle bira şişesi) bırakmak yasaktır.
- Milli park sahası içinde ateşli mangal ve ağaç kırmak yasaktır.
- Kentte yere tükürmek, araba camlarından çöp atmak abes karşılanmaktadır.
- Trafikte korna çalmak hoş karşılanmamaktadır.
- Yabani ve sokak hayvanlarına kötü muamele hoş karşılanmamaktadır.
- Milli park sahası içinde balık avlamak yasaktır.
- Kentte taciz ve istismara sıfır toleransla yaklaşılır, kesinlikle denenmemelidir.
- Kentte özgür düşünce baskılanamaz, din ve vicdan özgürlüğü korunur.
- Kente yasadışı madde sokulması yasaktır.
Elbette ki bizler de ideal davranış kalıpları ortaya koymuyoruz, dolayısıyla bu kurallar aynı zamanda yerelde yaşayanlar için. Bu maddeler sadece bir uyaran niteliğinde olup, kent kuralları da tıpkı festival kararı gibi, “topluma rağmen değil, toplumla birlikte” ortak bir konsensusla oluşturulmalı ve kent girişlerinde ilan edilmelidir. Ne dersiniz, fena olmaz değil mi?
Elbette festival gibi büyük organizasyonlar “ben yaptım, oldu” mantığı ile geçiştirilecek bir durum değil. Dolayısıyla tartışma götürür bir çok boyutu tahribata işaret ettiği gibi pandemi yönetimi açısından da oldukça risklidir. Bu nedenle Munzur doğa ve kültür festivalinin ısrarla sürdürülmesine değil dönüştürülmesine ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak kendi adıma net bir mesaj olarak şunu söyleyebilirim;
İnsan; dündür, bugündür, yarındır.
İnsanın çevresiyle bütünsellik ilişkisi bozulduğunda sağlığı da bozulur.
DOĞAL VE KÜLTÜREL MİRASIMIZI KORUYAMIYORUZ Kİ FESTİVALİ SAVUNMAYA GÜCÜMÜZ/SÖZÜMÜZ/YÜZÜMÜZ OLSUN…