Evrensel Gazetesi'de yer alan habere göre, basın toplantısı öncesinde konuşan Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz “Bu rapor sadece bugüne ve yarına not düşmek için hazırlanmamıştır. Bu rapor başta İstanbul depremi olmak üzere kapıda olan depremler hakkında önemli uyarılar yapıyor. Bu sene 1 Mayıs, depremin ve yıkımlarının hesabının sorulduğu bir gün olacak” dedi. Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın sunumunun ardından EMEP Göç Bürodan Aysel Ebru Ökten bölgedeki göçmenlere dair verileri paylaştı.

Yıkım yaşanan bölgelerdeki genel ve özgül ekonomik-politik ilişki ve çatışmalara, sınıf ilişki ve çatışmalarına, bunların deprem öncesinden başlayarak hâlihazırda ortaya çıkardığı ve çıkarması beklenebilecek sonuçlara odaklanan rapor iki kısımdan oluşuyor.

“DEPREMİN ARDINDAN YAŞANANLAR SÖMÜRÜ OPERASYONUDUR”

Depreme yönelik detaylı biçimde hazırlanan raporda öne çıkan bulgular şu ifadelerle yer aldı: “‘Devlet’, genellikle üç ya da dördüncü günden itibaren, çoğunlukla da kolluk güçleriyle ortaya çıkmaya başlamıştır. Devlet görünmeye başladığı andan itibaren dayanışma ağ ve merkezlerine AFAD adına el koymaya başlamıştır”, “Depremzedeye haftalarca temiz su götürememenin, geçici barınma merkezlerini inşa edememenin veya daha ilk günlerden başlayarak arama kurtarma çalışmalarının ihtiyaç duyduğu ekipmanların yoksunluğunun esas nedeni, bunları yerine getirebilecek kamusal nitelikte bir kurumun kalmamasıdır”, “Deprem bölgesinde ‘sivil toplum’ geleneğinin görece düşük, bazı yerlerde yok denecek kadar az olduğu görülmüş, bu boşluk genellikle dini nitelikteki vakıf ve derneklerin zengin olanaklarıyla giriştikleri ‘hayır’ faaliyetlerinin görünür olmasına neden olmuştur.”

Raporda, yapılan afet müdahale planının baştan savma olduğunun altı çizilirken bölgedeki imar aflarına dair “AKP’nin 20 yıllık iktidar döneminde çeşitli kapsam ve içeriklerde 9 imar affı düzenlemesi yapıldı. Bunlardan sekizi hayata geçirildi. Uygulamaya geçen son düzenleme, 24 Haziran 2018 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinden bir ay kadar önce Meclis’te görüşülerek yasalaşan imar affı oldu. 6 Şubat depremlerinin yıkıcı etkisine maruz kalan kentlerde toplam 305.102 kaçak binaya 2018 tarihli son imar affı kapsamında yapı kayıt belgesi verilmiştir. Bu vahim durum kamu binaları için dahi geçerlidir” verileri açıklandı.

DEPREM BÖLGELERİNDE İŞ GÜVENCESİ YOK, ÜCRETLER DÜŞÜK

Raporda bölgede yaşayan emekçilere de odaklanılırken bölgede düşük ücretlerle ve kayıtsız çalıştırılan işçilerle ilgili “TÜİK’in 2021 yılı verilerine göre 11 ili kapsayan afet bölgesinde 3 milyon 841 bin kişi istihdamdadır. Bölgede her 10 emekçiden 4’ü bir sosyal güvenlik korumasına sahip olmaksızın, sigortasız çalışmaktayken deprem yıkımıyla karşı karşıya kalmıştır. Adıyaman, Hatay ve Maraş’ta özellikle OSB ölçeğinde kayıt dışı Suriyeli işçi çalıştırılması çok yaygın bir olgu olarak karşımıza çıkmıştır. Göçmen işçiler, daha düşük ücretle çalıştırıldıkları gibi depremden sonra yeniden çalışmaya ilk çağırılanlar da onlar olmuştur. Bölgedeki 11 ilin tamamında ücretler, Türkiye geneli ve diğer 70 il ortalamasının oldukça altında bulunmaktadır. Sözleşmeli işçiler için ortalama günlük ücret Türkiye genelinde 378,55 TL, deprem bölgesindeki 11 ilde ise 315,27 TL’dir. Bölgedeki istihdamın yarıdan fazlasının 10’dan az işçi çalıştıran işletmelerde olması ve bu işletmelerin geriye dönmesine yönelik bir stratejinin olmadığının/olmayacağının açık olması nedeniyle, bu işgücünün kalıcı olarak göç etmek ya da bölgedeki inşaat-OSB bakışımlı yeni proleterleşme sürecine katılmak dışında bir seçeneği kalmayacak gibi görünmektedir. Başta Gaziantep, Adana ve Şanlıurfa olmak üzere bölge illerinde, emek yoğun ihracatçı sektörlerde, başta düşük ücretler olmak üzere işçi sınıfının ağır koşullara mahkûm edilmesiyle kendisine ‘avantajlar’ yaratan bir sermaye yapısı olduğu görülmektedir” verileri yer aldı.

ARAMA-KURTARMA YAPILMADI, KİTLE VE MESLEK ÖRGÜTLERİ ENGELLENDİ

Raporda 6 Şubat depremlerinin Türkiye’nin kökü eskilere uzanan neoliberal kapitalist dönüşümünün doğrudan sorumluluğu altında olduğu ancak son 20 yılın düzeninin özel bir parantez açmayı gerektirdiği belirtilirken mevcut iktidarın tutumu, Cumhurbaşkanı’nın kullandığı “asrın felaketi” ve “kader planı” ifadeleriyle özetlendi.

İktidarın depremin ardından afet bölgelerindeki ilk müdahalesine dair arama kurtarma faaliyetlerinin çok geciktiği ya da hiç yapılmadığı “Binlerce yurttaşımız, zamanında ve yeterli ekipmanla müdahale edilerek kurtarılabilecek durumda olmasına rağmen, enkaz yangınlarıyla, bulundukları (ezilme, havasız kalma vb.) fiziki koşulların süreğen etkisiyle ve soğuk hava koşullarına bağlı hipotermi (donma) gibi nedenlerle can vermiştir” diye ifade edildi. Yaralı olarak kurtulan depremzedelerin ise sağlık hizmetine ulaşımında ise sahra hastanelerinin kurulması gecikmiş ve yeterli kapsama ulaşmamış olması; Türk Tabipler Birliği (TTB), Türk Eczacılar Birliği (TEB), Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) gibi meslek kuruluşları ve emek örgütlerinin bölgedeki faaliyetleri de diğer dayanışma faaliyetleri gibi, devletin çıkardığı zorluklar nedeniyle aksadığı vurgulandı.

Depremin ardından afet bölgeleriyle iletişimin neredeyse yok olmuş olması ile ilgili “Arama-kurtarma çalışmaları için hayati önemdeki ilk 72 saatte iletişim altyapısında meydana gelen çöküş, bölgede baz istasyonlarının neredeyse 1/3’ünün tamamen göçmesi, fiber hatların kopması, telefon ve internet bağlantılarında günlerce devam eden kesintiler, aynı zamanda açık bir suça dönüşmüştür” ifadeleri yer aldı.

“PLANLAMA KAĞIT ÜZERİNDE DAHİ BAŞTAN SAVMA”

Raporda vurgulanan bir diğer önemli nokta ise Türkiye Afetle Mücadele Planı (TAMP) içerisinde olası bir depremde bölgelere ilk yardımı götürmesi planlanmış illerin de depremden etkilenmiş illerden olmasıydı. Bu durum raporda “Deprem felaketini yaşayan kentlere ‘destek’ sunacağı varsayılan iller neredeyse tamamen aynı felaketi yaşayan iller. Adıyaman için yalnızca bir (Erzincan), Maraş içinse yalnızca iki (Mersin ve Kayseri) destek kenti 6 Şubat depremlerinde doğrudan yıkım yaşamayan kentlerdir” şeklide yer aldı.

Depremin ardından afet bölgelerini kapsayan OHAL uygulamasının ülkenin kalanından tecrit edilmesine değinilerek “Bölgede depremin ardından yaşanan tam bir mülksüzleştirme, servet transferi ve sömürüyü derinleştirme operasyonudur” dendi. Raporda OHAL’in Cumhurbaşkanı’na pek çok yetki verdiği vurgulanarak “Cumhurbaşkanı, OHAL süresince, Anayasa'nın 91. maddesindeki (temel haklar, kişi hakları ve siyasal hakların kanun hükmünde kararnameler ile düzenlenemeyeceği yönündeki) kısıtlamalara da bağlı olmaksızın, kanun hükmünde kararnamemeler çıkarabilecektir. Bu, zaten son derece yüksek yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanının deprem bölgesinde neredeyse hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın, adeta ferman yayınlar gibi kararname yayınlayarak bölgenin kaderine yönelik temel kararları alabileceğini gösterir” ifadeleri kullanıldı.

OHAL ARACILIĞIYLA MÜLKSÜZLEŞTİRME

OHAL’in ardından yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’ne ise raporda “Kamu kurum ve kuruluşlarına ait olan ya da özel mülkiyete tabi tüm taşınmazlar için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na acele kamulaştırma yetkisi verilmiştir. Bu durum, deprem bölgesinde halka ait arsa, arazi ve tarlaların, sanayinin (sanayicinin) çıkarları doğrultusunda müsadere edilmesinin önünü açmaktadır” şeklinde yer alan 136 No’lu Kararname ve kentlerde ve köylerde yaşayan halkın arazilerinin, ekili alanların, tarım alanı mahiyetindeki toprakların, orman ve otlakların, deprem bahanesiyle gasp edilmesine yöneliktir. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, deprem bölgesinde olağanüstü yetkilerle donatılmış, adeta bir Olağanüstü Hal Bakanlığı pozisyonuna getirilmiştir. Depremzede yurttaşların ellerinde kalan son mülkleriyle ilgili devlet-sermaye uygulamalarının akıbetini öğrenme, hatta sorma mekanizması bile bırakılmamıştır” ifadeleriyle yer alan 126 No’lu Kararname örnekleri verildi.

FELAKETİN TAŞLARI ÖZELLEŞTİRME VE RANT İLE DÖŞENDİ

Depreme kadar iktidarın sermaye ile beraber izlediği yol, “Özelleştirme ile KİT’lerin tasfiyesi ve kamusal birikimlerinin sermayeye transferi tüm hızıyla sürerken, eşzamanlı olarak kamunun taşraya yönelik kurumsal kapasitesi de tasfiye edilmiş, yetkiler belediye ve il özel idarelerinde toplanmış, ‘taşraya hizmet’ de ihaleler yoluyla özelleştirilmiştir. Devlet Su İşleri ve Karayolları Genel Müdürlüğü gibi kurumlar birer ‘ihale dağıtım merkezine’ dışında neredeyse işlevsiz kalmıştır artık. Ormanları, meraları, koyları, tarım arazilerini vb. de imara açacak düzenlemeleri tek elde toplayan yasal değişiklikler ilk 10 yılın ilk dönemindeki gibi yine peş peşe çıkarılmıştır” ifadeleriyle yer aldı.

“KAMUSAL SORUMLULUKLARIN YERİNİ ÇIKARLAR ALDI”

Raporda sermaye, iktidar ve inşaat sektörü arasındaki ilişkilere “Gaziantep’te en fazla binası yıkılan ve 300’ü aşkın insanın yaşamını yitirmesine neden olan müteahhit Yunus Kaya, aynı zamanda AKP’nin meclis üyesi ve imar komisyonu başkanlığını yürütüyor. Kaya belediye, Tarım Müdürlüğü ve Sağlık Müdürlüğü’nün açtığı kamu ihalelerinden yine en fazla yararlanan kişidir. Kentin bürokratlarıyla, kolluk gücü amirleriyle de sıkı ilişkileri vardır”, “Tekin Apartmanı nedeniyle tutuklanan müteahhit Ahmet Tekin ve kardeşi Veysi Tekin’in ilçede inşa ettikleri çok sayıda bina yerle bir olmuş veya hasar görmüştür. Çoğu 6-7 yıllıktır. Veysi Tekin AKP ilçe yönetiminde bulunmuş, 2014 yerel seçimlerinde AKP’nin birinci sıradan İslâhiye Belediye Meclis üyesi seçilmiştir. AKP’nin neredeyse ülkenin her tarafından uygulama imar planlarıyla başlattığı imar rantı rüzgârında bölgenin en fazla büyüyen müteahhitlerindendir” örnekleri verildi.

Kentlerde kimin müteahhit kimin siyasetçi, kimin bürokrat, vali, kaymakam kimin iktidar partisinin yöneticisi olduğunun karıştığı, iç içe geçtiği bir yapı olduğuna dikkat çekilerek “Servet ve sermaye birikimi inşaat merkezli bir alana kaydıkça, kentlerdeki inşaat faaliyetini yönlendirme yetkisine sahip siyasi elitlerle iktisadi elitler daha fazla bütünleşmiş, siyasetçiden yeni zenginler türemiş, bürokratların kamusal sorumlulukları özel çıkarlarla yer değiştirmiştir” dendi.

ANTAKYA KAMUOYUNDAN GİZLENİYOR

Kentin neredeyse tamamının yıkıldığı ve müdahalede çok geç kalınan Antakya’da gerçekleşen “yeniden inşa” süreci “126 No’lu Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile deprem bölgesinde imara dair bütün yetkiler Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nda toplanırken, planlama da dahil yapılaşmayla ilgili yasal prosedürlerin tamamı askıya alınmıştır. 10 Mart günü de OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma kararı ve listesi yayınlanmıştır. Liste 4 Nisan günü daha da genişletilmiş, geçici barınma alanları inşa etmek adına ekili tarım arazilerine el konulmaya başlanmıştır” şeklinde anlatıldı. Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihi merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölümün ‘riskli alan’a çevrilmesinin kenti izole ettiğinin altı çizilirken “Yakın geçmişteki tecrübeler ve uygulamalar Antakya merkezinin de bir ‘turizm destinasyonu’ olarak görüldüğüne dair şüpheleri güçlendirmektedir. Nitekim neyin, kim tarafından, nasıl inşa edileceğine dair hiçbir resmî açıklama yapılmamaktadır. Kaldı ki, kentin yüzde 70’ine yakının tamamen yıkıldığı halde neden belli bir bölgenin ‘riskli alan’ olarak işaretlendiğinin yanıtı da verilmemiştir” dendi. Arama kurtarma çalışmaları bitirildikten sonra ise geçici barınma alanlarının hala tamamlanamadığı Hatay’da, iktidarın çözümü üst üste yasal düzenlemeler yaparak yeniden inşa edilecek Antakya’yı ‘kapatmak’ta bulduğuna dikkat çekildi.

"SAVAŞTAN KURTULUP DEPREMİN ENKAZINDA KALANLAR"

Basın toplantısında EMEP'in deprem sürecinde mültecilerin durumunu ele alan "Savaştan Kurtulup Depremin Enkazında Kalanlar" başlıklı raporu da açıklandı. Raporda mültecilerin "yardım alamayız" düşüncesiyle riskli bölgelerden ayrılamadığı, ırkçı-ayrımcı uygulamalara ve şiddete maruz kaldıklarına dair çok sayıda gözlem yer aldı. Raporda, "Başınızın çaresine bakın" denilen mültecilerin yardım taleplerine devlet değil yurttaşlarca yanıt verildiği ifade edildi.

HABER MERKEZİ