Dersim tarihiyle ilgili olanların da bildiği gibi, sözkonusu coğrafya yüzyıllarca büyük acılara maruz bırakıldı. Yakın bir tarih önce Kürt Tarihi Dergisi’nde kaleme aldığım “Siyasal İktidar(lar) Açısından Dersim’in ‘Değilleri’: Kürt, Kızılbaş, Komünist Yahut Dersim ‘3 K’ İçinde” başlıklı makalede, Dersim’e yönelik Osmanlı ve Cumhuriyet idaresinin algısını şekillendiren sinir uçlarına temas etmeye çalışmıştım. Hâlihazırda bugün, Kürtlük ve Kızılbaşlığın sentezinden meydana gelen etno-dinî bir kimliğe ev sahipliği yapan Dersim’in, 70’lerin başından itibaren ivme kazanan sol ve sosyalist değerlerle de hemhal olduğu ve böylelikle de modern dünya ideolojisine kolaylıkla ayak uydurduğu söylenebilir. Bundandır ki, 1938’de maruz kaldığı katliamın müsebbiplerine (Kemalizm’e) yönelik en ağır eleştirileri yapan İbrahim Kaypakkaya ve hareketine Türkiye’de en güçlü desteği sunan yer oldu. Maruz kaldığı işkenceler sonucu bedeni paramparça edilerek ailesine verilen Kaypakkaya’nın dramatik öyküsünün bu sahiplenişteki rolü şüphesiz. Sıklıkla ifade ettiğim gibi (kulakları çınlasın, teşvikleri sonucu bir dönem ödevi olarak Tayfun Atay’a sunduğum) ‘Türkiye Solu’nun Hallac-ı Mansur’u olan İbrahim Kaypakkaya’nın yaşadıklarının, Dersim’in politik kimliğinin şekillenmesi üzerinde doğrudan ya da dolaylı birtakım etkileri de olmuştur. Öyle ki, Alevi inancında önemli bir tarihi sima olan Mansur ile Kaypakkaya’nın benzer şekillerde öldürülmesi, ister istemez bir özdeşleştirme ve beraberinde de bir sahiplenişi getirdi. Uzun lafın kısası, Dersim, tarihi boyunca acıların ortak paydası ve hattâ ‘kesişim kümesi’ oldu. Bundandır ki, ismi devlet kokan her türlü oluşumdan haklı olarak bir tedirginlik duydu ve bu his halen devam ediyor!

Belki de bazılarınız haklı olarak, neden böyle bir girişe gerek duyduğumu soracak. Ama inanın ki insan, Dersim ile ilgili söyleyebileceği birkaç çift kelamında bahsi geçen acılara değinmeden edemiyor. En azından durum benim için böyle. ‘Ateşin bile bir canının olduğuna inandıkları için üzerine su dökmekten kaçınan’ bu insanların haklılığını ve de mağduriyetlerini dile getirmemek bir yerde insanın kanına dokunuyor. Hele ki mesleğiniz tarihçilikse, hele ki Horkheimer’ın “Tanınmamış olmak ve karanlıkta ölmek acıdır. Bu karanlığı aydınlatmak tarihsel araştırmanın onurudur” sözünü bir vicdan ve ilke meselesi edinmişseniz!..

RUHU ‘YİTİRTİLEN’ BİR ÜNİVERSİTENİN RUHUNU GERİ ÇAĞIRMAK

2008 yılında kurulan Tunceli Üniversitesi en son 2015 yılında yapılan rektörlük seçimleriyle yeni bir rektöre kavuştu. Geçen süre zarfında, eski rektörün olumsuz icraatları ile sürekli haberlere konu olan ve bundan ötürü Türkiye kamuoyu nezdinde olumsuz bir intiba ile anılan üniversitenin, Dersim gibi küçük bir ilin insanları ile uyum sağlama hususunda da gözle görülür hata ve eksikleri oldu. Vaktiyle AKP’nin, 81 ilin 80’inden en az birer milletvekili çıkarmasına rağmen bu başarısına bir tek Dersim’de muzaffer olamadığı ve eski rektörün de sürekli AKP lehinde beyanlarda bulunmasını hesaba koyduğumuzda, yöre insanının iyiden iyiye üniversiteye şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. En son, sözkonusu rektörün istifasını vererek AKP’den milletvekili adayı olması bu şüphelerin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Tabiri caizse, kurucu rektörün mesleğinden öte icraatlara soyunarak gerçekleştirdikleri, bir bilim yuvası olması beklenen üniversiteye yönelik bugün halen etkileri hissedilen bir soğumayı beraberinde getirdi. Neticede de, diğer illerde olduğu gibi, üniversiteler ile karşılıklı bir diyalog ve etkileşime kucak açmak adına açık çek sunan yurtiçi ve yurtdışındaki Dersimlilerin bu hevesleri de her zaman olduğu gibi ‘kursaklarında’ kaldı. Merak edenleriniz bu meseleye dair iki yıl önce T24’te kaleme aldığım “Tunceli Üniversitesi’nde neler oluyor?” başlıklı yazıma bakabilir. Uzun lafın kısası, Tunceli Üniversitesi kurulduğu günden itibaren tarafsız bir bilimsel kurum olma profilini ne yazık ki çizemedi.

Türkiye’de Alevilik için önemli bir merkez olan Dersim’in Alevilik çalışmalarına ciddi anlamda tarihî, sosyolojik ve antropolojik katkılar sunacağı muhakkak. Fakat bu amaçla kurulan Alevilik Uygulama ve Araştırma Merkezi bu beklentilerden ziyade, yakın bir tarihe kadar ‘birilerinin’ vitrin ve tabela merkezi ‘işlevi’ gördü. Bu durumdan, geçen günlerde kendisiyle makamında görüşme fırsatı bulduğumuz yeni rektör Ubeyde İpek’in de ciddi anlamda rahatsızlık duyduğunu hissettim. Çiçeği burnunda yeni rektör, adı geçen merkezi aktifleştirmek için üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getireceklerini ve bundan ötürü kendilerine sunulacak her türlü projeyi destekleyeceklerini ifade etti. Bununla beraber, üniversitenin kapısının yurtiçi ve yurtdışından gelecek olan yerli ve yabancı akademisyenlere açık olduğunu belirtmesi de apayrı bir sevinç kaynağı. Malumunuz, Türkiye’de halen bazı üniversiteler bırakın bu olgunluğa sahip olmayı, araştırmaları ile çok değerli çalışmalara imza atan hocaları kadrolarından çıkarma gafleti içerisinde. Rektörün konuşmasındaki en dikkat çekici husus ise, ‘üniversitelerin tek derdinin bilim üretmek olduğuna’ sık sık vurgu yapmasıydı ki, bu koşulsuz- şartsız herkesin kabul edeceği bir durum. Görüşmemizden hemen birkaç gün sonra, adı geçen araştırma merkezinde müdürlük yapan Alevi dedesi ve aynı zamanda üniversitede öğretim görevlisi olan Kadir Bulut şahsımı arayarak “17-24 Ağustos tarihleri arasında üniversitenin Dersimli gençlere inanç hususunda ders vermeyi planladığı ve benim de ders verip-veremeyeceğimi” sorması, rektörün şimdiden kolları sıvadığının alameti. Umarım bu tür bilimsel etkinliklerin ardı arkası kesilmez ve umarım Dersim kendisine layık olan değeri bu kez üniversiteden görür!