Nedense, bütün zorluklar, olumsuzluklar içimize uzanan bir yol gibidir. Kucaklaşmışız bir kere. Tarihin bütün dönemlerinde korku kapımızı, göç ellerimizde tutmuş, zaman bizi gam-kederle yoğurarak bu günlere gelmişiz. Gah dağların sinesine yaslanmış asiye çıkmış adımız, gah günahların izleri yokken yaşantımızda, adımız günahkara çıkmıştır. Oysa ne anlatsak da, yaşadıklarımız sığmayacaktır zamana…

Ya şimdi; kendimizi anlatmak bir yana, neredeyse yaşamak sırat köprüsünden geçmek kadar zorken, umutlar hayalden ibaret ve bütün acılar birer gerçek. Gönüllerimiz ve umutlarımız kurşun yemiş yaralı bir ceylan, bütün zamanlar kanlı birer tezgah olmuş bize. Saymakla bitmez binlerce acının ve öfkenin öyküsünü. Anlatmak ise içimizde göçüp giden eksilen bir acı bir tebessüm gibi. Olmak veya olmamak, bütün çektiklerimizin toplamını kendi yüreğimizden çok başka zamanlara emanet ediyoruz. Emanet ediyoruz ki; belki zaman dindirir öfkemizi. Ve duygularımız beyaz bir güvercin edasıyla bütün mazlumluğuyla uçar. Yüzyıllara savrulur hüzünlerimiz. Ve nasılsa kaçak gülüşlerimiz çakışır zamanın dudaklarıyla.

Neden bütün savaş alanları bizlere uzanıyor. Neden yüzyılların acılarını yüklenmiş ve hala ağustos sıcağı kadar yakıcıdır kimliğimiz. Neden çığlıklar terk etmiyor sokağımızı. Gökyüzümüzün mavisini kimler kirletmek istiyor? Bizleri ihanetin öznesi gören kirli düşünceli insanların gölgesi neden üstümüzde. Ve şafaklarımızda kurt ulumaları eksik olmazken, hangi suçumuzun karşılığıdır bunlar, hangi suçumuzun bedeli ödenmemiş bilelim. Ve yüzyıllar boyu zalimliklerin yüreğimize nasıl saplandığını. Öyle ki; acıların yatağı olan tarihimizin can pazarlarında geçip, bu güne çıkmamızın coşkunluğu mudur nehirlerin taşması.

Maalesef hayat doğru ve gerçeklere teğet geçiyor. Yarılan ve daralan yüreklerimiz bir gül gibi solarken, olumsuzluklar ilmek ilmek etrafımızı örüyor. Dudaklarımızda çektiklerimizin acı tebessümü belirirken, gözlerimizden kovulmuş bakışlarımız avare avare hüzünlü bir sokağa saplanıp kalıyor. Ya da anıları özleyen yalnızlık gibi dolaşır çaresizliğin ufuklarında. Kaybettiklerimiz ve beklentilerimiz arasında gel-git fırtınaları boyunlarımızı bükerken, ömrümüzün yazında sonbaharlaşır yüreğimiz. Geçtiğimiz bütün yollar, yaşadıklarımız, hayallerimiz ırmaklar gibi denizlere akan birer olmamışlık, birer zamansızlık gibi biter kıyılarda… Korkuya doymuşken coğrafyamız.

Bir tarih acılarımızla örtünürken, en güzel beklentilerimiz hala bu topraklarda. Bu topraklardır avutulmuş olan bizlerin, bir yâri bekler gibi en tenhasında heba oluşumuz. Her karış toprağının anlatacağı ve zamanda çaldıklarını toplayıp göğsümüze dizdikleri çok şeyler vardır. Oysa ne en tenha yerler bizi saklamış ne de dağ başları. Hep kendimizi, kendi tarihimizi, ötemizi saklamışızdır geçmişle ile gelecek arasında. Seslerimiz kaybolmuş olsa da, zamanların bütün sırları saklı göğüs kafesimizde. Artık bütün sürgünleri yüreklerimize çağıracak kadar gür bir sesimiz olsa da, yüreğimizin vadilerine yaralı günlerimiz düşüyor.

Tarihte emdiğimiz çığlıklar bir sır gibi eklense de kimliğimize, acının bütün renkleri bir tehdit gibi sessiz ve sakin beklese de, yürekler bir gül gibi açılacaktır aydınlığa. Acılar ise sadece bir boşluğa çarpan su, habire içimizdeki okyanusları dalgalandıran bir boran olsun.

Hüseyin KAYA