12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’de faşizme, gericiliğe, sömürüye karşı mücadele eden örgütlü bir toplum vardı. Artısıyla, eksisiyle de olsa başta işçi sınıfı olmak üzere devrimci, demokrat güçlerin mücadele azmi, kararlılığı faşizmin apaçık kurumsallaşmışına en büyük engeldi.

Devrimci güçlerin yükselen mücadelesini bastırmak için 12 Eylül askeri darbesi yapılmıştı. Askeri darbeyle militarist, faşist diktatörlük tamamen devleti ele geçirmiş başta devrimciler, sosyalistler, solcular, sosyal demokratları hatta sağcıları ve milliyetçileri bertaraf ederek, bugünkü dinsel eksenli siyasal iktidar için koridor açmıştı.

                Faşist, militarist diktatörlüğün açtığı bu koridorlarda sessizce derinden yol alan dinsel siyasal güç yeni bir maskeyle, yeni bir rötuşla 2002 yılında iktidarı ele geçiriyordu. İktidara gelen AKP ilk döneminde sahte demokrat, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi evrensel söylemleriyle bir çok liberal, demokrat, sağcı ve gardırop solcuları da yanına alarak onların destekleriyle daha sonra ikinci kez iktidara geldi.

                İkinci iktidar dönemiyle birlikte devleti ele geçirme aşamasına geçilmişti artık. Başta yargı, yürütme, yasama tek kişinin denetimi ve kontrolüne sokuldu. Devletin tüm kurum ve kuruluşları tek tek ele geçirilerek, parti devletine doğru önemli yol alındı.

                2011 seçimlerinden sonra üçüncü kez seçimleri kazanan AKP artık son durağa kadar gelmişti. Hani diyorlardı ya “demokrasi bizim için bir tramvay. O tramvaya asılarak gidebileceğimiz son durağa gitmektir amacımız” gerçekten de tramvayı çok iyi kullandılar gelebildikleri yere de geldiler.

                Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ele geçirebilecek bir kurum ve kuruluş kalmamıştı. Tek kalan hedef şu anda fiili olarak yürütülen “Başkanlık” sistemini resmi olarak hayata geçirmek, sultanlığı ilan etmektir.

                Çıkartılacak olan güvenlik yasasının esas amacı Haziran seçimleri öncesi ve sonrası hedeflerinin altyapısını oluşturmaktır.

                Seçim öncesi hedefleri; yükselen halk hareketi muhalefetinin sesinin kesmek, iktidara karşı duran hangi görüşten, hangi partiden olursa olsun onları bastırmak, susturmak, engellemek ve de etkisizleştirmektir. Hepimiz biliyoruz çıkartılacak güvenlik yasasında, iktidara en küçük bir eleştiri dahi, devlete yapılmış bir fiilmiş gibi kabul görecek, kitleler üzerinde antidemokratik bir hegemonya kurulmaya çalışılacaktır.

                Seçim sonrası hedefleri ise; eğer anayasal çoğunluğu sağlayacak milletvekili çıkartmayı başarırlarsa, getirecekleri “başkanlık” pardon “sultanlık” sisteminin güvenliğini sağlamak ve korumak için polis devletini devreye sokmaktır.

                Bunları belirttikten sonra çok kısa olarak şunu söyleyebiliriz. 2015 milletvekilliği seçimleri klasik bir seçimden öte, hepimizin geleceğini, yaşam hakkını, çocuklarını çok yakından ilgilendirecek bir referandum olacaktır. 

                Faşizme Evet mi? Hayır mı?

                Tek kelimeyle özetlersek durum bu. Böylesine önemli bir kavşakta, demokrasiden, aydınlıktan, özgürlükten, inan haklarından, kadın haklarından, laik yaşamdan yana kitleler ne yapıyor, ne yapmalı?

                Dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde faşizme, diktatörlüğe karşı halk katmanlarının verdiği siyasal mücadelede “sosyal demokrat” partiler öncülük etmişlerdir. Demokrasi vagonunun ana lokomotifi bu partiler olmuşlardır.

                Ülkemiz özeline baktığımızda, eksileri, artıları, yanlışlıkları da olsa sosyal demokrat görüşte tek parti CHP’dir. CHP’nin solunda ise, içinde bir çok siyasal görüşü barındıran HDP’dir.

                Kitlelerin karamsar, çaresiz, örgütsüz ve paramparça bölündüğü bir ortamda CHP’ye çok zorunlu tarihi bir görev düşmektedir. Bu tarihi görevi CHP üstlenmeli ve yaşama geçirmeli. Nasıl mı? Çok kolay. Faşizme karşı başta HDP olmak üzere ÖDP, EMEP, TKP, ESP, HDF, DSP ve hatta hatta İP (Vatan Partisi) gibi siyasal partilerle, DİSK, KESK, TMMOB, Türkiye Barolar Birliği gibi tüm sivil toplum örgütleriyle, Alevi-Bektaşi Dernekleri, Pir Sultan Dernekleri, Çevre ve Doğa Koruma Dernekleri ve de en önemlisi Birleşik Haziran Hareketi mensuplarıyla ortak bir listeyle seçime girmek.  

                Başka bir formülü, başka bir çaresi yok. Ama pratiğe baktığımızda CHP bırakalım bu partilerle siyasal yapılarla güç birliği yapmayı, kendi içerisindeki sol duruş sergileyen, çalışan, emek veren kişilere dahi tahammül edemeyecek kadar yanlış hareketleri halen devam ettirmeye yönelik bir düşünce içerisinde.

                Solun kuvvetli olduğu yerlerde (Dersim’de olduğu gibi) ön seçimden kaçması, yine solun ağırlıkta olduğu yerlerde aşırı bir şekilde kontenjan ayrılması bu hataların başında gelenleridir.

Yine CHP yönetiminin faşizme karşı böylesine geniş bir yelpaze içerisindeki yapılar yerine, yaşlı topal bir yelpaze atlardan, kanadı kırık güvercinlerden, yuvasını terk etmiş kurtlardan, halktan kopmuş, gardırop demokratlardan, şefaat beklemesi çok yanlıştır. Bu yanlışlıklar bu seçimde de yinelenirse, bunun vebali-günahı saydığımı, sevdiğim Sayın Kılıçdaroğlu’na kesilecektir.

                Sayın Kılıçdaroğlu’nu anmışken, yine acizane de olsa bir düşüncemi, önerimi belirtmeden geçemeyeceğim. Tüm siyasi partilerin liderleri kendi memleketlerinden seçimlere girmektedirler. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Dersim Mebusu olarak seçimlere girmesi kadar anlamlı bir şey olamaz.

                Son günlerde güvenlik yasasının görüşülmesinde, CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin ortak mücadelesi ve duruşları hepimizi umutlandırmıştır. Umarım bu ortak mücadele seçimlerde de devam eder.

                Güvenlik yasasından bahsetmişken aklıma gelen bir konuyu da yazamadan geçemeyeceğim. Güvenlik yasasının görüşmelerinde TBMM’de CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin yaptıkları onurlu mücadeleyi günlerden beri hepimiz izliyoruz. Bu kritik yasa görüşmelerinde Dersim Mebusumuz, sevgili dostumuz Hüseyin Aygün’ün ne sesini duydum ne de yüzünü görebildim. Acaba ben mi duymadım, görmedim? İnşallah gerekeni yapmıştır da ben kaçırmış olayım.

 

Ergüder ÖNER