Ahali olarak, bir süreden beridir memleketin büyük resmine odaklanıp, fillerin tepişmesini seyre dalarken, birçok insanın, ‘rutin’ hâle gelen devlet ‘teröründen’ mustarip kılınmasına hâlâ devam edildiğini görüyoruz. ‘Meşru şiddet’ tekelini elinde bulunduran bu siyasi, kurumsal örgütün (devlet) emrine amade kılınmış ‘kapı kulu’ hukuk sistemimiz sayesindedir ki, ‘büyükbaşlar’ cephesinde her şey tam tıkır yolunda giderken, vatandaş açısından durum ne yazık ki pek de öyle iç açıcı değildir.

Şunu çok net olarak ifade edebilirim ki, çoğumuzun, yaşanan son gelişmelerden sonra bu devletin hukukuna da adaletine de en ufak bir güveni ve saygısı kalmamıştır. Ama bu, ne onlarca yıldır demokrasi ve adalet adına verilen mücadeleyi, ne de bundan sonrasını gözardı ettiğimiz anlamına gelir. Lakin şöyle bir dönüp de geriye baktığımda, devletin ‘ulvi’ ve ‘baki’ çıkarları için katledilen binlerce muhalifin, uğruna ölecek kadar canlarını feda ettikleri demokrasi inançlarına derin bir hürmet ve saygı duymaktan kendimi alıkoyamıyorum. Hem bunu neden yapmayayım ki! Bu toplumsal mücadelede ölenlerin, devlet hukukunun bağımsızlığı ve adaletinin yüceliğinden dem vuranlardan tamamen farklı ve hatta onlara karşı olduklarının gayet iyi farkındayım. Ama ne yalan söyleyeyim, ben onların çıkar gözetmeksizin canları pahasına verdikleri bu mücadeleyi daha anlamlı ve samimi buluyorum. Öyle ki, ‘kutsal ülkü’ adına ‘devlet sunaklarında’ boğazlanan bu insanların kanının, bu bozuk çarkın temellerinin çürütülüp, yok edilmesinde bir katkısının olacağına hâlâ inanıyorum.

 

 

ADALET HANGİ MÜLKÜN TEMELİDİR?

 

 

Bakunin’in hukuku “iktidarın fahişesi” olarak tanımladığı düşüncesinin, aradan 1,5 yüzyıl geçmesine rağmen güncelliğini hâlâ koruduğunun tanığıyız. Bırakın dünyayı, Türkiye’nin son birkaç yılında yaşanan hukuksuzluklar dahi, bunun ne anlama geldiğinin açık birer örneğidir. Öyle ki hukuk; Ermeni olduğu için ulu orta planlanarak katledilen Hrant Dink başta olmak üzere, Sünni İslam dışındaki inançlara karşı gösterilen tahammülsüzlük, Kürtler nezdinde Roboski’de katledilen insanlık ve fişleme skandallarının da arasında bulunduğu bir dizi nefret suçu ile aleni bir şekilde gerçekleştirilen katliamlar karşısında her defasında faillerin tarafını tutmuştur. Üstelik de bunu, iktidar ritüellerinin perdelendiği tapınak duvarlarına nakşedilen “mülkün temeline vakfettiği sözde adaletiyle” gözlerimizin içine soka soka gerçekleştirmeye de hâlâ devam etmektedir.

 

Mülk ki ne mülk! Muktedirlerin yataklarında rahat uyumaları için uydurulmuş bu ‘koca yalan’ ile kimbilir kaç insana haksızlık yapıldı. Acaba kaçı, sırf adalete olan inancı yüzünden bizzat devlet hukukunun gerçekleştirdiği adaletsizlik tarafından suiistimal edildi? Bilinen bir gerçek var ki, o da bunu saymakla bitiremeyeceğimizdir. Ortada, sultanlığa tevessül edenlerin oyuncağı hâline gelen bir hukuktan başka bir şey kalmayınca, bu oyuncaktan adalet beklemekte, en yalın anlamıyla safdillik olur.

 

 

DÜDÜĞÜ ÇALANLAR AYNI BABANIN EVLADI

 

Hakkını arayan en sıradan vatandaşa dahi terörist yaftasını yapıştırıp, orantıdan nasiplenmemiş bir şiddet uygulayan iktidarın bu ‘hünerine’, en son Gezi’de tanık olmuştuk. Oysaki şiddeti, ‘anasının ak sütü gibi kendine helal gören’ devlet ve bu ‘yeni yetme iktidarının’ yaptıklarını tanımlamak için artık ‘terörist’ sözcüğü bile tek başına yetersizdir. Çünkü ortada, kendi koyduğu hukuku dahi alenen çiğneyen bir devlet gerçekliği var. Bu nedenle devletlûların, üzerinde tepişe tepişe adeta paçavraya çevirdiği bir hukuka, kimin hangi nedenle inancı kalır, açıkçası anlayamıyorum! Engels, “burjuvazi kendi hukukuna dahi riayet etmez” ve “şiddete ilk o başvurur” derken tam da bunu anlatıyordu. Örnek mi istiyorsunuz, Ergenekon ve Balyoz yargılamalarına bakmanız yeterli. Düne kadar bu yargılamaları yapan hâkim ve savcıların avukatlığına soyunanlar, şimdi her ne hikmetse “içeride günahsız yere yatan birçok insanın olduğuna” kanaat getirmiş bulunmakta! Buradaki mesele tek başına, her gün ağız değiştiren, rüzgârgülü bir başbakanın olması değildir! Devlet aklıyla hareket edip bu gücü elinde bulunduran her iktidar ya da hükümetin yaptığı gibi, başbakan da hukuku bir kukla oyununa çevirip, iplerini istediği gibi oynatmaya niyetlenmiştir. Bugün artık herkes başbakanın bu yaptıklarının, iktidarını güçlendirmek adına, düne kadar birlikte hareket ettiği Cemaat’e karşı giriştiği bir hamle olduğunun farkında. Açık olmak gerekirse, bir vakte kadar ulusalcıların yaptıklarından şikâyet edenler, bugün onlardan rol devşirmekle de kalmayıp, ayrılan yollarını tekrar birleştirme arayışı içerisine girmiştir.

 

O hâlde, sürekli devam edegelen bu iktidar hengâmeleri yüzünden mağdur olanların tarafı neresi olmalı? Ben bu hususta en anlamlı yanıtı, içinde Hz. İbrahim’in yandığı ateşi söndürmek için ona ağzıyla su taşıyan karıncanın, kendisiyle dalga geçenlere söylediklerinde buluyorum: “Olsun, en azından tarafımız belli olur.” Çünkü İbrahim olmak da, olanlara elinden geldiğince yardım etmek de büyük bir onurdur...

Yalçın ÇAKMAK